Osman Gazi Kimdir (Hakkında Bilgi)

Osman Gazi Kimdir

(Hakkında Bilgi)

OSMAN GAZİ HAKKINDA 1281 – 1326

Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi, 1258’de, Söğüt’te doğdu. Babası Ertuğrul Gazi, Annesi Halime Hatun’dur. Osman Gazi, uzun boylu, yuvarlak yüzlü, esmer tenli, ela gözlü ve kalın kaslıydı. Omuzları arası oldukça geniş, vücudunun belden yukarı kısmı, aşağı kısmına oranla daha uzundu. Başına kırmızı çuhadan yapılmış Çağatay tarzında Horasan tacı giyerdi. İç ve dış elbiseleri geniş yenliydi.

Osman Gazi değerli bir devlet adamıydı. Dürüst, tedbirli, cesur, cömert ve adalet sahibiydi. Fakirlere yedirip, onları giydirmeyi çok severdi. Üzerindeki elbiseye kim biraz dikkatlice baksa, hemen çıkartıp ona hediye ederdi. Her ikindi vakti, evinde kim varsa onlara ziyafet verirdi.

Osman Gazi, 1281 yılında Sögüt’te, Kayı Boyu’nun yönetimine geçtiğinde henüz 23 yaşındaydı. Ata binmekte, kılıç kullanmakta ve savaşmakta çok ustaydı. Aşiretin ileri gelenlerinden, Ömer Bey’in kızı Mal Hatun ile evlendi ve bu evlilikten ileride Osmanlı Devleti’nin başına geçecek olan oğlu Orhan Gazi doğdu.

Sögüt’te temelleri atılan, altı yüzyıllık bir tarih diliminde ve üç kıtada hüküm sürecek olan Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi, 1326’da Bursa’da Nikris (goutte) hastalığından öldü.

Erkek çocukları: Pazarlı Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savcı Bey
Kız çocukları: Fatma Hatun

OSMAN GAZİ (1281 – 1326)

Osmanoğulları, Orta Asya’dan göç edip Anadolu’ya geçen Oğuz Türklerinin Kayı aşiretindendir. Osman Gazi, Ertuğrul Gazi’nin üç oğlundan (diğerleri Savcı ve Gündüz Bey) biridir. Lakabı “Fahruddin”dir.

OSMAN BEY NASIL BAŞA GEÇTİ?

Osman Bey, doğmadan önce yapacağı büyük işler babası Ertuğrul Gazi’ye manen bildirilmişti. Nitekim yüksek kabiliyeti ve idaredeki dirayetinden dolayı, babasının vefatından sonra diğer bütün beyler, en küçük evlat olmasına rağmen O’nu ittifakla “Kayı Bey”i olarak tanıdılar.

Böylece ittifâkla beyliğin başına geçen Osman Bey, babasından kalan 4800 km² toprağı 16 bin km²’ye çıkardı. İlk sikke, onun döneminde bastırıldı.

OSMAN GAZİ’NİN RÜYASI

Babası Ertuğrul Gazi, hayatı boyunca hocası ve mürşidi Şeyh Edebali Hazretlerini kendine rehber edinmiş, O’nun manevi terbiyesi ile kemâl sahibi bir bey olmuştu. Bu sebeple oğlunun da O’nun terbiyesi altında yetişmesini çok arzu ediyordu. Osman Gazi de sık sık Edebali Hazretlerini ziyaret ediyor, duâsını alıyordu.

Şeyh Edebali’nin evinde misâfir kaldığı bir gece Osman Bey, rûhuna sükûnet veren, nefsinin çırpınışlarını dindiren sohbetin huzûru içinde heyecan dolu anlar yaşamıştı. Bir rivâyette, kendisine yatması için gösterilen odanın duvarında asılı bir Kur’ân-ı Kerîm olduğu için ayağını uzatmayıp, kıvrılarak oturduğu yerde tatlı bir uykuya daldı. Rü’yâsında, Şeyh Edebali’nin göğsünden çıkan ve giderek hilâl şeklini alan Ay’ın, bir ucunun kendi göğsüne girdiğini ve kendisi ile Şeyh Edebali Hazretleri arasından çıkan bir fidanın çınar haline geldiğini ve bu çınarın dallarının üç kıt’aya yayıldığını ve birçok milleti gölgesi altına aldığını gördü. Bu topraklarda haşmetli kule ve kubbeler üzerinde Ezân-ı Muhammedî okunuyor; bülbüller Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ediyorlardı. Semânın görülebilen her yeri gülşen olmuştu.

Osman Bey, rü’yâsında bu güzel manzaraları büyük bir hayrânlıkla seyrederken, âniden bir ceylanın ortaya çıktığını gördü. Batıya doğru kaçmaya çalışan ceylana ok atmak üzere nişan alırken uyandı.

ŞEYH EDEBALİ HAZRETLERİNİN RÜYA TABİRİ

Abdest aldı. Müsâade alarak Edebali’nin huzûruna girdi. Rü’yâsını anlatmağa başladı. Anlattıkça şeyhin yüzünde tatlı tebessümler beliriyor, gözleri, nûrânî bir ışık ile parlıyordu. Zîrâ Edebali, kalp gözüyle bu rü’yânın sırrını çözmüştü. Osman Bey susunca, Şeyh, başını kaldırdı; gözlerinin içine bakarak yumuşak, âhenkli sesi ile konuşmaya başladı:

“–Oğlum! Gâibi ancak Allah bilir. Lâkin gördüğün bu rü’yâda dolu dolu hayır vardır. Cenâb-ı Hakk sana ve soyuna saltanat nasîb edecektir. Dünya, oğullarının himâyesine girecektir. Benim zürriyetimden bir kız ile evleneceksin. Bu izdivaçtan doğanlar, senin kuracağın ve giderek büyüyecek olan büyük bir devletin başına geçeceklerdir. Bu devlet de Batı’ya doğru genişleyecektir…”

OSMAN GAZİ’NİN EVLİLİĞİ

Şeyh Edebali’nin tâbir ettiği rü’yânın üzerinden uzun bir zaman geçmeden Osman Bey, Şeyh’in kızı Bala Hatun ile evlendi. Bu izdivaç, iktisâdî kuvveti ve fütüvvet erbabını Osman Gazi’nin etrafına topladı. 623 yıl dünyayı hidayet ve Allah’ın dînini yüceltmek cehdiyle nûrlandıracak nizâm-ı alemi sağlayacak devletin, maddî temeli atılmış oldu.

Diğer taraftan zamanının bütün manevi ricali de, Osman Gazi ve ailesinin liderliğinde ittifak ettiler. Husûsiyle Edebali Hazretleri, Hacı Bektaş-ı Veli ve Ahi Evran, bunu çok arzu etmişler ve Allah’a niyazda bulunmuşlardır.

İBNÜL ARABİ OSMANLI’YI MÜJDELEDİ Mİ?

Bu arzu ve niyazların sebebi, daha evvel verilen birtakım manevi işâretlerdi. Nitekim Ahmet Cevdet Paşa’nın naklettiği vechile Muhyiddin İbnül Arabi Hazretleri, Osmanlı Devleti kurulmadan yetmiş sene önce onun müjdesini vermişti. O, bunu ilm-i cifir ile Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerden istinbât etmiş ve üstelik eserinin ismini henüz Osmanlı beyliği bile ortada yok iken “ed-Dâiratü’n-Nu’mâniyye fi’d-Devleti’l-Osmâniyye” (Osmanlı Devleti’nde Soy Dâiresi) koymuştur. Ayrıca bu eserde Osmanoğulları’ndan birinci halîfenin Yavuz Sultan Selîm Han olacağı v.s. birtakım hâdiseler de yer almaktadır.

OSMANLI’NIN AÇTIĞI BAYRAK

İşte bu ve benzeri ulvî müjdelerle Osmanlı’nın açtığı bayrak, büyük evliyaların manevi kanatlarının gölgesinde yükseldi. Moğolların binbir zulümle dolu kasıp kavuran istilası neticesinde bunalan Anadolu’nun mü’min insanı, Allah dostu olan gönül insanlarının kanatları altına koşarak huzura erdi; canlandı ve dirildi. Aksi halde bütün bir Anadolu, manevi kimliğini yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya gelmişti. Çünkü puta tapıcı bir kavim olan Moğolların, İslam’ın en kuvvetli ordularını yene yene batıya ilerleyişi, Anadolu halkını, elemli, kederli, hattâ ümitsiz kılmıştı. Öyle ki, büyük bir bıkkınlıkla yavaş yavaş özünden kopma emareleri başgöstermiş ve Moğol âdetleri, gelenekleri ve yaşayışları moda hâline gelmeye başlamıştı.

İşte Osmanlı, bu elîm vaziyete Edebali silsilesi ile gönül gönüle vererek “dur” diyebilmiş ve o âna kadar vâkî mağlûbiyetlerin haktan inhirâfın bir neticesi veya imtihan olduğunun tecrübe ve idrâki içinde olmuştur. Teb’asına, Allah’ın te’yîdine mazhar olan mü’minlerin, tekrar mansûr ve muzaffer olacağını ilan ve telkîn etmiştir.

SELÇUKLU DEVLETİ’NE SADIK KALDI

Osmanlı’nın Anadolu beylikleri arasındaki faydasız boş çekişmelere karışmayıp batıya doğru fetih rûhuyle ilerleyip cihâd üzre olması, bu îlân ve telkîndeki samîmiyeti sergilediğinden Osman Gazi’nin etrafında sarsılmaz bir tevhîd hâlesi oluşturdu. İ’la-yı kelimetullah amacının kendisi için İslam’ın bir emri olduğu şuûrunda olan herkes, O’nun açtığı mukaddes bayrağın altına koştu. O sıralarda Moğol istilası ile dağılmış bulunan Selçuklu’nun ulemâ ve ümerâsı da Osman Gazi’nin yanına gelmiş ve kendisine bey’at etmişlerdir. Bunda son Selçuklu Sultanı’nın Osman Gazi’ye olan teveccühü de, rol oynamıştır. O, Osman Gazi’ye:

“–Oğul Osman Gazi! Sende saadet nişanları çoktur. Sana ve nesline alemde mukâbil yoktur. Benim duam, Allah’ın inayeti, Hazret-i Peygamber’in mucizâtı ve evliyanın himmeti seninledir.” iltifâtını yapmış ve i’lâ-yı kelimetullâh yolundaki muvaffakıyet ve gayretleri dolayısıyla O’na tuğ, alem, kılıç ve bir de ferman göndermişti.

Bunun içindir ki, Osman Gazi, Selçuklulara, onlar tamamen târih sahnesinden çekilene kadar bağlı kalmış ve hukûken bizzat Selçuklu Sultanı tarafından müstakil hâle getirilmesine rağmen böyle bir hareket içine girmemiştir. Bütün bunlar da göstermektedir ki, Osmanlı, Selçuklu Devleti’nin vâris-i tabîisi olmuştur.

OSMANLI DEVLETİ NE ZAMAN KURULDU?

Osman Gazi döneminin dikkat çeken en mühim husûsu, O’nun, devletin temelini manevi ve kalıcı esaslar üzerine kurmuş olmasıdır. O’nun çevresinde Edebali Hazretleri, Şeyh Mahmut, Dursun Fakıh, Kâsım Karahisârî, Şeyh Muhlis Karamânî, Âşık Paşa, Elvan Çelebi gibi ilim, îmân ve irfân sahibi has kimseler mevcuttu. Devlet yapısında maneviyatın o kadar ehemmiyeti vardı ki, Osman Gazi’nin Beyliği, 1299 yılında Karacahisar Kalesi’nin fethinden sonra Dursun Fakıh’ın Cuma namazındaki hutbesiyle tasdik olunmuştu.

OSMANLI’NIN PEYGAMBERİMİZLE AKRABALIĞI VAR MI?

Birçok rivâyete göre Edebali Hazretleri, “Evlâd-ı Resul”dendir. Osmanoğulları, anne tarafından böyle bir şeref ve şâna da nâil olmuşlardır. Böylece silsile ile anne tarafından Resûlullâh’a vâsıl olmuşlardır.

ERTUĞRUL GAZİ’NİN VASİYETİ

Ertuğrul Gazi, Allah dostlarına ihtimâm husûsunda oğlu Osman Gazi’ye ve O’nun şahsında bütün haleflerinin rûhlarına yön verecek olan şu kıymetli vasiyette bulunmuştur:

“Bak Oğul!

Beni incit, Şeyh Edebali’yi incitme!
O, bizim aşîretimizin maneviyyat güneşidir. Terâzîsi dirhem şaşmaz!
Bana karşı gel, O’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur!
Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir! Bu dediklerimi vasıyetim say!..”

Edebali Hazretleri, çok hareketli bir genç olan Osman Gazi’yi terbiye ve tasarrufu altına almış, O’na Allah’ı tanıyabilmenin zevkini tattırmış, O’nu güzel ahlak, diğergamlık, ağırbaşlılık ve olgunluğa kavuşturmuştur. Böylece O’nu cihan-şümûl bir devletin başkanlığına hazırlamıştır.

OSMANLI DEVLETİ’NİN MİMARI

Osmanlı Devleti’nin asıl mimarı Şeyh Edebali Hazretleridir. Diğer beyliklerde bir Şeyh Edebali olmadığı için erimeler olurken Osmanlı Beyliği, kısa zamanda devlete, devletten de cihan hakimiyetine yükselmiştir. Osmanlı, dünyayı altı asır İslam’la tanıştırmış, adaletin ve hakkın tevzîinde bulunmuş ve hakkın terâzîsi olmuştur.

ŞEYH EDEBALİ HAZRETLERİNİN OSMAN GAZİ’YE NASİHATİ

Şeyh Edebali Hazretlerinin, Osman Gazi’yi ve O’nun şahsında gelecek olan devlet adamlarını istikâmetlendirecek tavsiyelerinden bir kısmı şöyledir:

“Ey Oğul!

Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana… Suçlamak bize; katlanmak sana… Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana… Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana… Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana…”

“Ey Oğul!

Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…”

“Ey Oğul!

Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı.. Allâh Teâlâ yardımcın olsun. Beyliğini mübârek kılsın. Hakk yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalb versin.”

“Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve duâlarla bize va’d edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.”

“Oğul!

Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın.. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgârlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için dâimâ sabırlı, sebâtkâr ve irâdene sahip olasın!..”

“Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir.”

“Milletin, kendi irfânı içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfândır.”

“Oğul!

İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezânında ölürler.”

“Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır.”

“Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir.”

“Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.”

“Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir…”

“Şu üç kişiye; yâni câhiller arasındaki âlime, zenginken fakîr düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı!..”

“Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyyette değildir.”

“Haklı olduğun mücâdeleden korkma! Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler.”

“En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.”

“Ülke, idâre edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sâdece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar..” (Bu nasîhat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.)

“İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar, lâf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir…”

“Akacak kan boş yere akmamalı. Ona yol ve yön lâzım.. Zîra kan, toprak sulamak için akmaz.”

“Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.”

“Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.”

“Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinâyettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz.”

“Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..”

“Yalnızlık, korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da… Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin.”

“Sevgi dâvânın esâsı olmalıdır. Sevmek ise, sessizlikliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.”

“Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”

DEVLETİ TEHDİT EDEN GÜÇLER

İşte bu kıymet hükümleriyle Edebali Hazretleri, Osman Bey’i hamur gibi yoğuruyordu. Yoğurması da gerekiyordu. Çünkü Osman Bey, zor durumdaydı.. Her yönden gelip kendine iltihak eden beylikleri mi birlik içinde tutsun; dengeyi mi bozmasın; Bizans’ı mı kollasın, Germiyan’ı mı?.. Moğol’u mu gözetsin; tekfurlarla mı savaşsın?

OSMAN BEY’İN MANEVİ REHBERİ

İşte Edebali Hazretleri, bütün bu ve benzeri ehemmiyetli mevzûlarda Osman Bey’e bir manevi rehber oluyor ve kendisinin yürüyeceği yolları erişilmez takvânın feyizleriyle donatıyordu.

Bu yüksek manevi terbiye ile, gerek Osman Gazi, gerekse teb’ası, İslam ahlakını en mükemmel bir surette hayata ve tatbikata intikal ettirerek sâlih bir topluluk hâline geldiler. Az sayıdaki aşiret gücü ile Bizans Ordusu’nu ve tekfurları üst üste mağlûb ederek cihan-şümûl bir sultanlık kurdular. Dörtyüz çadırla başlayan bu aşiret, manevi terbiye bereketi ile büyük bir ihsân ve ikrâm-ı ilâhîye mazhar oldu. Uzun müddet, babadan oğula dehalar silsilesi devam etti. Dünya, onlarla saadet ve adaletin ka’bına varılmaz sayısız tezahürlerine şahit oldu. Her gittikleri yerde bir nizam-ı alem ve muvâzene unsuru oldular.

Bu büyük oluşa vücut veren Osman Gazi, hiç şüphesiz ki tarihimizin en dikkate şayan bir şahsiyeti olma şerefiyle mücehhez bulunmaktadır. Bunun içindir ki dünyanın en büyük devletinin ismi, O’nun adına nisbet edilmiştir.

OSMAN GAZİ NASIL BİRİYDİ?

İyi bir dînî ve manevi terbiye alan Osman Gazi Hazretleri, gâyet dindar, salih bir bey idi. Ahirete meyli ziyadeydi. Dînen yasak olan şeylerden son derece kaçınırdı. Bütün amacı, “fî sebîlillâh” cihada matuftu. Tatlı sözlü, halim bir zat olup müddet-i ömründe bir kere gazap etmediği rivayet edilir. Bunun yanında teşebbüs ve iktidar sahibi olarak hüsn-i idâresinde son derece kâbiliyetliydi. Tahakküm tanımaz bir yiğit gaziydi.

O’nun hakkında aşağıdaki ifadeleriyle Hıristiyan târihçiler dahî, ilmin haysiyetine riayet ederek hakikati feda etmeyip hakkı teslîm etmek mecbûriyetinde kalmışlardır.

DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVLETİ

Tarihçi Hammer der ki:

“O’nun bıraktığı devlette teşkilat ve esas temeller o kadar kuvvetliydi ki, Osmanlı, kısa bir müddet sonra dünyanın en büyük devleti oldu. Farz-ı muhâl O’nun devrindeki insanlara: «Bu gazinin torunları, karşısına çıkan birçok güçlü devletleri mağlup ederek Avrupa’yı dize getirecek ve şu harita bölgelerine hâkim olacak!» deselerdi, bunları işiten herkes: «Bu bir hayaldir; boş bir masaldır!» derdi. Fakat o namdar Gazi ile etrafı, bilhassa tasavvuf erbabı ve ulema, buna can ü gönülden inanıyor ve bu büyük zuhur için yorulup dinlenmeden gayret sarfediyorlardı.”

Gerçekten Osman Gazi ve yiğitleri, at sırtından inmediler; gece gündüz akından akına koştular. Hızla geliştiler, büyüdüler ve çoğaldılar. Bizans için korkulu bir rü’ya oldular. İslam’ın gür sesini dünyaya yaymak yolunda yediden yetmişe savaştılar. Küffar, artık kalelerinden dışarı çıkamaz oldu.

Lamartin şöyle der:

“Osman Gazi’nin tabiî istidadı sade, doğru ve adilane idi. Akıl ve zekasını Allah’ın birliğine hasrederek yeryüzünde Allah’ın birliği ve varlığı karşında bulunan batıl itikatları ve putperestliği men’e çalışırdı. Bununla beraber fatihlerin siyasetini takip ederek zaptettiği ülkelere tasarruf etmeye ve yerleşmeye başladı. Osman Gazi, yavaş yavaş ilerledi; fakat hiçbir zaman geri dönmedi.”

Nitekim Osman Gazi’nin, daha devletinin kuruluşunu tamamlamakla meşgûl olmasına rağmen en büyük hedefi, İstanbul yönünde ilerlemek ve Hz. Peygamber’in müjdesine nail olabilmekti.

OSMAN GAZİ’NİN FETİH POLİTİKASI

Osman Gazi’nin fetihleri harita üzerinde incelendiğinde onun hayret verici şu amaçları rahatlıkla göze çarpar:

1) Sınırları denize dayandırmak arzusu,
2) Yıkılmaya yüz tutmuş Bizans’ı kıskaca almak,
3) Rum topraklarını yarma şeklinde hareketlerle birbirinden ayırmak, ardından irtibatı kesilen parçaları fethetmek.

OSMAN GAZİ’NİN VASİYETİ

Kendisi bu istikâmette gayret ettiği gibi evlâdına da aynı gayreti vasiyet etmiş ve vefâtından önce Bursa önlerine kadar gelerek oğluna uzaktan parıldayan bir manastırın kubbesini işâret etmiş ve:

“Beni şol gümüşlü kubbenin altına koyasın!” demişti.

Ömrü, devamlı gayret ve gazâ içinde geçen Osman Gazi, Bizans’la sınır olmanın verdiği avantajı iyi kullanmış ve devletine müthiş bir dinamizm kazandırarak mütevazi beyliğine cihan devleti olma yolunda hızla mesafe aldırmıştır. Başlangıçta hiçbir ululuk ve ihtişam iddiâsı taşımayan Osman Gazi’nin varisleri, gaziler sultanı olmuştur. O, hayal zannedilen bir ideali hakîkat yapmıştır. Bunu Gibbons şöyle takdîr eder:

“Osman Gazi, bir Sultan oğlu değildir. Toprakları küçük ve teb’ası az olmasına rağmen devleti, seneden seneye mütemâdiyen büyümüştür. Bu kesintisiz büyüme ise, elbette onu te’sîs eden dehanın hakiki büyüklüğüne delalet eder. Türk milletinin Atilla ve Cengiz gibi hükümdarları, göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen akıncı olarak kalmış ve imparatorlukları da temsil edilmemiş amaçsız bir fütuhattan ibaret olmuştur. Arkalarında sadece kan, irin ve gözyaşı bırakmışlardır. Çünkü onlar, idealsiz kuru cihangirler olarak sadece boru ve trampet sesleri arasında yakıp yıkıyorlardı. Osman Gazi’nin yaptıkları ve geride bıraktıkları ise, çok farklı idi. Bunun için ardındakiler de, hak ve hukuku temsil ve tevzî etme hususunda daimâ ön safta bulunmuşlar ve devletleri, “devlet-i ebed-müddet” olmuştur. Şu halde Osman Gazi’nin mevkîi, öncekilerle kâbil-i kıyas bile değildir.”

OSMAN GAZİ’NİN MAL VARLIĞI

Fevkalâde müttakî bir hayat süren Osman Gazi’nin, vefat ettiğinde geriye bıraktığı şahsi mal varlığı, bir zırh, bir çift çizme, birkaç tane sancak, bir kılıç, bir mızrak, birkaç at sürüsü, üç sürü koyun ve emsalinden ibaretti.”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İbret Işıkları, Erkam Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir