Devletimiz ve Osmanlı Düşmanlarına Gelsin

&

Katılım
27 Eki 2010
Mesajlar
0
Puanları
63
osm.jpg

DEVLET VE OSMANLI DÜŞMANLARINA...

Alçakça Osmanlı’ya saldıran muhalefetin başındaki adamı görünce biraz insanlıktan nasibi varsa belki ‘tevbe istiğfarına vesile olur’ mülahazasıyla Osmanlı Devleti ile ilgili notlarımı paylaşma ihtiyacını hissettim.
Yaşadığı, her türlü nimetinden istifade ettiği ülkesini, şehirlerini kendisine emanet eden ecdadına ‘zalim’ diyen, o ecdadın liderleri padişahlarına hakaret eden nanköre, ‘millet/ümmet’ gibi kavramları da öğretmek, bu zavallıyı öğrenciliğe kabul etmek lazım. Kalbi ve kulakları mühürlü, gözünde kalın bir perde bulunan hilkat garibesini Allah’a havale ediyorum.
Devlet ve Osmanlı düşmanlığını görünce bu düşmanlığı yapanların bu millete, bu ümmete düşman, kendi değerleriyle irtibatını koparmış ‘hilkat garibeleri’ ile aynı ülkede yaşamanın zorluğunu bir kere daha idrak ediyorsunuz. İçimizdeki ve dışımızdaki devlet/millet ve ümmet düşmanlarının, dış düşmanlarla müttefikliği bizleri de son derece üzüyor. Hidayetleri için dua etmeyi de unutmuyoruz. Kalpler mühürlü olunca, iradelerini olumlu yönde kullanmayınca, dalaleti hidayete tercih edince, şeytanın uşaklarına yapılacak bir şey yok. Mücahede ve mücadeleden başka…
Hayran olup kapıkulu olduğun, talimat beklediğin Batı, senin hiçbir zaman Batılı olamayacağını bilir. O’nun gayesi “seni sen olmaktan çıkarıp kendisine tâbi kılmak”tan ibarettir. Bir kere Batı seni ‘Müslüman’ olarak görür. Nasıl olursan ol; her durumda bakışı böyledir. O’nu yaşasan da, yaşamasan da öylesin. Batı’nın gözünde hep öyle kalacaksın. Müslümansın, “Dünün Osmanlısı”sın. Çok çağdaş hale de gelsen yılbaşılarını çam fidanlarıyla da kutlasan, şampanya patlatarak da noktalasan, pornonun, rüşvetin, faizin, çıkarcılığın fırıldağını da üflesen; “ben o eski ben değilim!” diye de bağırsan; Batı’nın gözünde Doğu’lusun, Müslümansın, dünün Osmanlı’sısın, “Ne hale getirdim onları!” diye kıs-kıs gülse de, seni kendinden saymaz. Sen kendin olmaktan çıksan da, Batı bunu başarmış bulunsa da.
Hepimiz Ay-Yıldızlı bayrağın altında aynı milletin çocukları olarak İstiklal Marşı’nı gururla söylemiyor muyuz? Zorla morla değil efendim, gönülle, ruhla. Bu kadar da Osmanlı’dan habersiz olunmaz, çarpıtmak olmaz ki. İnsanları birleştiren, “inanç-duygu-düşünce” müşterekliğidir. Ve bunu sağlayan vasıtalar güzeldir. İnsanları ayıran; “inanç-düşünce-duygu” uçurumlarıdır. Ve buraya götüren vasıtalar çirkindir. Bu milletin hakikatini çarpıtmaya çalışanın kendisi çarpılır. Çarpılıyorlar da zaten.
Osmanlı asırlarının Rumeli’sinden Balkanlar’ından, Ortadoğu’sundan birer sosyal kesit almak mümkün olsa da, kameraya yansıtıp inceleyebilsek!
Osmanlı’da İnsan ve Devlet
Osmanlı’da devlet ve insan ile ilgili notlarıma bakarken, nasipsiz insanların hallerine bizleri düşürmeyen Rabbimize hamdü senalar ediyorum.
Osmanlı; insanını, ibadullah (Allah’ın kulları) olarak görüyordu. Küffara karşı şiddetli, celalli; kendi arasında şefkatli ve merhametliydi. Aklı selim, kalbi selim, zevki selim sahibiydi. “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa alsın” düsturunca, dışardan gelen faydalı hususlara açıktı. Cemiyetin menfaatini, şahsi menfaatinden üstün tutuyordu. Dün ineği komşusunun çayırında, “İzinsiz otlattı” diye, akşam sağdığı sütü komşusuna gönderen, alacaklısı bulunduğu kimsenin ev veya ağacının gölgesi altında gölgelenmeyi fâiz sayan, izinsiz girdiği bağdan kopardığı üzüm salkımının parasını üzüm dalına asan insan bizim insanımızdı. Nalsız beygire yük vurana, hayvana zulmettiğini hatırlatan, buzağılı ineği sonuna kadar sağmayı yasaklayarak, buzağıya yeterli süt payı bırakma mecburiyeti getiren de bizim insanımızdı. Saksıdaki çiçekleri dahi konuşturuyorduk. Mesela camın önüne konmuş saksıda sarı bir çiçek varsa, bunun manası “Ey yolcu! Bu evde hasta var. Yüksek sesle konuşup onu rahatsız etmeyiniz. Şayet saksıda kırmızı çiçek varsa “Ey yolcu; bu evde gelinlik kızımız var. Kullandığın kelimelere dikkat et. Ağzından galiz bir kelime çıkmasın mesajı yüklüydü. Hayatımızı ancak devletle sürdüreceğimize inanıyorduk. Tarih de inancımızı doğruluyordu. Yüzyıllarca devletsiz yaşayan, hatta hiç devlet kuramamış milletler hayatlarını devam ettirirken; bizde ise nerede devletimiz sükût etmiş ise, bir müddet sonra milletimiz de yok olmuştu. Bu sebeple, “Allah devlete millete zeval vermesin” cümlesini dualarımıza kattık. Osmanlı Devletinin sosyal, kültürel, siyasî, hukukî yapısında sünnîlik ve Türklük omurgayı teşkil eder. Tezahür planındaki farklılık yine buna dayanır. Alpereniyle, dervişleriyle, dergahları, tekkeleriyle, tebliğ ve irşad halkalarıyla, geniş bir coğrafyayı, Rumeli’yi ve diyarı mânevî ve millî hamurla yoğurarak uğrunda seve seve ölünen vatan toprağı yaptık. Bu topraklar üzerinde kurulan devlet idaresini; istidatlı, liyakatli, dirayetli, adaletli, cesaretli kadrolar teşkil etmişti. Adam yetiştirmeyi, adam istihdam etmeyi çok iyi biliyorduk. Nitekim 16. yüzyıla bakınca, her şeyimizle büyüktük. Devlet Başkanımız Kanunî Sultan Süleyman Başbakanımız, Sokullu Mehmet Paşa Amiralimiz, Barbaros Hayrettin Mimarımız, Kocasinan Şâirimiz, Bâki, Fuzulî âlimimiz, Zenbilli Ali Efendi idi. Şimdiyle kıyaslamayınız, kafalarınız daha fazla karışmasın.
Osmanlı’da Devlet ve Mekan Anlayışı
Millet olarak; gökyüzü çadırımız, güneş bayrağımız diyorduk. Yüzyıllarca haçlılarla boğuşmuştuk. Dinimize göre kurulan devletimiz, aynı zamanda dinimizin de koruyucusuydu. Devleti basit bir düzen gibi değil, Nizam-ı Âlem ideali gibi görüyorduk. Kılıcımızı Hak’kın ateşinde çelikliyor, Hakk’ın emrinde sallıyorduk. Davamız artık kuru bir cihangirlik davası değil; Îlâyı Kelimetullah Davası’ydı. Dinimiz kıyamete kadar baki kalacağından, devletimize de devlet-i ebed-müddet diyorduk. Devlet başkanlarımız valilere gönderdiği tebliğlerde, “Teb’amıza iyi muamele ediniz. Onlar, ya din kardeşiniz, yahut da, yaradılışta eşinizdir” diyorlardı. Tahtlarının arkasına da, bütün mazlumların koruyucusu hâmisi, dostu manasına “Veliyyü külli mazlûmîn” ibaresini bulunduruyorlardı. Mekana gelince; Osmanlı’da dünyadan ahirete bakan bir mekan anlayışı vardı. İmanı-ameli ihlası maddeye yansımış, o muhteşem mekanların içinde mağrur değil; mütevazi idi. Mekânı ahirete açılan bir pencere gibi görüyor, eserden müessire gitmenin yolu öğretiliyordu adeta...
İnsana ferahlık, aydınlık, sükûnet, huzur, saadet veren, yaşadığını hatırlatan bir mekan anlayışıydı bu. Kışın üşütmeyen, yazın terletmeyen, yormayan, hırpalamayan, dinlendiren apaydınlık bir yapıydı. İnsanını sefertası gibi apartmanlarda oturtmuyor, cam kavanoz gibi nefes almakta zorlanan, toprakla alakasını kesmiş mekanlarda yaşatmıyordu. Bütün bunlar, tarihimizde kalmış güzellikler veya nostaljiler olarak değerlendirilmemelidir. Paranın, menfaatin, riyanın, dünyanın ve onun nimetlerinin kıskacında boğuşan insanımıza, teknolojinin getirdiği konfor ve rehavet gafletindeki insanımıza nasıl ışık tutarız, nasıl “huzur nefesi” aldırırız?
Hırs ve ihtiraslarının esiri olmuş insanımıza İslâm’ın nefesini, soluğunu nasıl üfleriz? Soluğu ve nefesi kesilmeye çalışılan insanımıza… Meselemiz bu!
Yaşar Değirmenci
 
Üst Alt