EVLİYA ÇELEBİ

&

Katılım
27 Eki 2010
Mesajlar
0
Puanları
63
[size=14pt]EVLİYA ÇELEBİ

Açıyorsunuz bir ansiklopedinin “Evliya Çelebi” maddesini ve okumaya başlıyorsunuz: “Osmanlı seyyahı. Asıl adı bilinmiyor. Doğum tarihi 25 Mart 1611. İyi bir eğitim görmüş olup hafızdır. Sultan IV. Murad’ın musahibi olmuş, Enderun’dan çırağ edildikten sonra çıktığı seyahatlerde 17. yüzyıl ortalarındaki Osmanlı dünyasını başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Ölüm tarihi 1684 diye tahmin edilmektedir.”
Bir de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’inden okuyalım onu: “Evliya Çelebi Bursa çeşmelerinden uzun uzadıya bahsettikten sonra sözü ‘Velhasıl Bursa sudan ibarettir’ diyerek bitirir. Canım Evliya! Sade bu iki cümlen için benim hafızamda senin adın Bursa ile birleşiyor. Sen Bursa’nın şiirini tadanların başında gelirsin ve bir gün senin ruhunu şad etmek istersek Bursa çeşmelerinden birine senin adını veririz ve sen onun ağzından bu güzel şehrin zaman içinde geçirdiği macerayı bize bir su damlası kadar saf ruhunla nakledersin.”
Onu 400 yıl sonra hatırlamak
Bu iki anlatış tarzından ikincisi Evliya Çelebi’nin ruhunu adeta üç asır sonra yeniden konuşturmakta, birincisi ise onu, muhtemelen kendisini hiç yakın hissetmeyeceği bir üslup çoraklığına davet etmektedir. Öyleyse Evliya Çelebi’yi 400 yıl sonra hatırlamanın anahtarı bellidir: Bilgiyi ruhun okyanusuna bandırarak sunmak. Zira ancak böyle sunulunca bilgi ölümsüzleşiyor ve insanın yalnız aklına değil, gönlüne de taht kurmayı başarıyor.
Ruşen Eşref Ünaydın 90 yıl kadar önce haklı olarak “Türkler bir gün kendilerini unutsalar bile” demişti, “Evliya Çelebi’nin içinde yeni bir Türkiye türeyeceğine inanıyorum. İçime, milletimizin kökü bu seyyahın dimağında gibi geliyor.” Bu toprağın sesi Evliya’nın kaleminde en saf şekilde yankılanmıştır da ondan.
Gazeteciliğimizin piri mi?
Gazetecilik, yazdığını okutma sanatı diye tarif edilebilirse Evliya Çelebi’yi ‘gazeteciliğimizin piri’ ilan etmekte bir beis yoktur. Çünkü anlatacağı şeyin akılda nasıl kalacağına dair şaşılacak bir meleke sahibidir. Mesela Artvin’in engebeli arazisini anlatmak maksadıyla “Kahve ikram ettiler, fincanı koyacak düz bir yer bulamadık.” cümlesi tek başına, resmin olmadığı bir çağda manzarayı önünüze sermeye yeterlidir.
O efsane, masal, kıssa veya fıkra gibi sözel unsurları son derece bilinçli bir şekilde metnin içine serpiştirir. Bunu o kadar ustaca yapar ki, okurunu yormaz. Tarihe davet etse bile başka metinlerde biraz soğuk bulduğumuz ayrıntıların paslı kapılarının menteşelerini zorlamayı başarır.
Onun sihirli sayfaları arasından peygamberler gülümser. Ummanlara dalmış gemilerden dalgaların uğultusuna karışmış bir halde Hüseyn-i Baykara fasıllarının yükseldiği duyulur. Karlar yağar sarığınızın üzerine. İçiniz ürperir zifiri karanlıktan ve soğuklardan. Sonra apaydınlık dağ başlarına tırmandırır sizi; alabalık ızgarası eşliğinde zikir halkasına oturursunuz. Taşlar ve kuyular konuşur sizinle; asla şaşırmazsınız. Bir ‘iç ses’in yolculuklar boyunca peşinizi bırakmadığını hissedersiniz. Onunla beraber tayy-ı mekân ve tayy-ı zaman edersiniz. Hiç farkına varmadan “evliyalık”ın size de sirayet ettiğine tanık olursunuz.
Bir coğrafyanın her santimetrekaresi
Kutsalından lanetlisine şehirleri, Çingene’sinden kadınlarına kasabaları, platin gövdeli dereleri, cenneti andıran ormanları, kokuları unutulmuş yemişleri, kaplıcalardaki şehrayinleri önünüze serer. Bir cihan devletinin coğrafyasının neredeyse her santimetrekaresini onun uğurlu ayaklarının çıkardığı seslere kulak kabartmış halde yanı başınızda, bazen içinizde bulursunuz.
Eşkıyaları bile sevdirir size. Tarih kitaplarında kanlı yüzlerini gösteren savaşların komik yüzünü açar. Böylece asırların içine oyduğu sihirli bir kanalla hayatın kendisindeki zengin çeşitliliği yakalar ve bir ayna gibi geleceğe aksettirir. Bu kanal, hayatın kendisi kadar canlı, onun kadar çeşitliliğe açık ve daima saflığını koruyan dilidir. Evliya Çelebi bize günlük dilin olanca imkânlarını seferber etmekle yetinmez, aynı zamanda bir etnografya âlimi gibi çalışarak diller, şiveler, lehçeler hakkında da bilgi ve cömert örnekler sunar.
Yemekler konusunda ise üstüne yoktur. Yöresel yemekleri tadar, yer yer tariflerini de verir. Mesela Bitlis’i yöneten Abdal Han’ın Sultan IV. Murad’a ikram ettiği 50 çeşit pilav ve hoşafın, cins cins reçellerin, muhallebilerin, Yemen kahvesinin, kısaca yüzlerce yiyecek ve içeceğin arasında geçirdiği dokuz gün, dokuz gecenin ayrıntıları hangi açıdan baksak hayret vericidir. Düşünün, soğuk suyunun gülsuyu, sıcak suyunun buhur koktuğu hamamı, Sultan Murad’a “Nolaydı, bu hamam benim İstanbul’umda olaydı” diye feryat ettirmiştir.
Tesbihle hesap yapardı
Evliya Çelebi rastgele gezmez. Bütün o dağınık görüntüsüne rağmen gezilerinde kendine özgü bir sistematik bulunduğu gözden kaçmaz.
Öncelikle bir tür resmî yetkili olarak gittiği için uğradığı yerleşim birimlerinin yetkililerinden ön bilgi alır, güngörmüş kişileriyle görüşür. Sonra belli bir plan dâhilinde ve mutlaka rehberle gezer. Nitekim yanında rehber olmasa bilmediği bir yerde bu kadar eksiksiz eser sayım ve ziyareti mümkün olmazdı. Rakamlarla da arası iyidir; bu demektir ki, matematiği bayağı kuvvetliydi. Mesela gittiği şehirlerin kalelerinin çevresini adımlayıp tesbihiyle hesap yaptığını bilir miydiniz? Bu, Evliya Çelebi için hemen hiç vazgeçemediği bir tutkudur. Nihayet velilerinin türbe veya makamlarını ziyaret edip ruhlarına birer Fatiha okumadan o şehirden ayrılmaz.
Demek ki, Evliya Çelebi için gezmek, gölgenin mekân üzerinde yer değiştirmesinden ibaret bir eylem değildir. O, bir şehri şehir yapan şeyin, daha da önemlisi, şerefli yapan şeyin, içinde yaşayanların ve daha önce yaşamış olanların ruhaniyeti olduğunun pekâlâ farkındadır. En önemlisi, onun nazarında seyahat etmenin özüne dönmekle, varlığın özüne ilerlemekle bir bağlantısı vardı.
‘Kâbe dünyanın ortasındadır’
Bu sebepledir ki, ömrünün sonlarına doğru çıktığı hac yolculuğunda bize bütün yolculuğunun gayesini özetlemek ihtiyacını duymuştur. Şöyle yazmıştır defterine:
“Evvela bu hakir, riyasız Evliya, vücudumun kuvveti yerinde iken can ü yürekten seyahati arzu ederdim. Rüzgar süratli atımla diyar diyar gezmiş ve kalemimi dile getirip kâh şehirlerin vasıfları, kâh peygamberlerin medihleri, kâh Kur’an okumak ve kâh temaşa ettiğimiz büyük şehirlerin, kalelerini, nehirlerini, dağlarını görüp yazmaya gayret etmiştim… Kâbe’nin doğusuna geçip Kâbe’ye karşı, batı yönüne secde etmek nasip oldu. Allah’a hamdolsun, dünyayı seyahatle dolaştığımız sırada doğuya, batıya, kuzeye ve güneye secde ettik. Doğrusu Kâbe dünyanın ortasındadır.”
Anlıyoruz ki, onun seyahat macerası, çevreden merkeze, bu merkezin yeryüzündeki en som tecellisi olan Mekke’ye ve Kâbe’ye yönelik bir manevî arayıştır. Baş, kaybettiği tacı orada bulmuştur çünkü.
Böylece 44 yıl süren bu büyük yolculuğunun gayesinin Kâbe’yi tavaf etmek ve ona bütün yönlerden secde etmek olduğunu söyleyen “Canım Evliya”nın Seyahatname’sindeki sırra da dokunmuş oluyoruz. Ama sadece dokunmuş oluyoruz. Zira içine girebilmek için bizim de onun gibi iz sürmemiz, sadece yatay düzlemde değil, dikey düzlemde de seyahat etmemiz gerekiyor. Hem yolculuk dediğiniz şey, ruha açılan kapıları çalmak değilse nedir ki?
[/size]
 

Benzer konular

Üst Alt