Osmanlı Devleti Ders Notları

OSMANLI DEVLETİ

Anadolu(Türkiye) Selçuklularının 1308 yılında ortadan kalkmasıyla beraber, özellikle Batı Anadolu’daki beylikler arasında, Türk birliğini yeniden tesis etmeyi amaçlayan mücadeleler kızışmış idi. İşte bu mücadelelerin neticesinde Anadolu’da Osmanoğullarının yıldızı parlayacak ve altı yüz yılı aşan muhteşem bir Türk devletine tarih tanıklık edecektir.

Osmanoğullarının Menşe’i:
Tarihi kaynaklara göre Osmanlı devletini kuranlar, Oğuzların 24 boyundan biri olan  Kayı boyuna mensuptur. Oğuz an’anesine göre Kayılar, sağ kolda yer alan Boz-okların Günhan kolunun en büyük boyudur.  Dolayısıyla Oğuz teşkilât yapısında Kayılar, hakim unsurdur. Bundan dolayı Dede Korkut’ta “hâkimiyet bir gün Kayı’ya değe; bu dediğim Osman neslidir” denilerek Osmanoğullarının hâkimiyeti meşrulaştırılır.

Kayılar, Malazgirt Savaşı’nın hemen akabinde Anadolu’ya gelen Oğuz boylarındandır. Dolayısıyla onların Anadolu coğrafyası içerisinde yurt tutmaya yönelik göç hareketleri hem Anadolu’nun Türkleşmesi hem de Türkiye tarihinin şekillenmesi bakımından oldukça önemlidir. Tarihî kaynaklara göre elli bin kadar Tatar ve Türkmen gaza ve cihat maksadıyla önce Erzurum ve Erzincan’a, ardından da Artuklu sahasında yer alan Güneydoğu Anadolu’ya yönelmişlerdi.  Kayı boyunun beyi Süleyman Şah, Halep’e giderken Fırat’ta boğulmuş ve “Türk Mezarı” da denilen Caber Kalesi’nde defnedilmiştir. Beylerini kaybeden “göçer evli”lerin bir kısmı, bugünkü Urfa-Viranşehir ve Mardin-Derik kazaları arasında bulunan Beriyye’ye gitmiş bir kısmı ise Anadolu’ya dağılmıştır. Bu sahalar, Kayı boyuna mensup Karakeçililer’in günümüzde de yoğun olarak yaşadıkları bölgelerdir.

Babasının ölümü üzerine dört yüz kadar göçer evli ile bölgeyi terk eden Ertuğrul Gazi önce Pasin Ovası’na, Sürmeliçukuru’na varıp bir müddet burada kalmış, sonra Selçuklu Hükümdarı Sultan Alaaddin’in çağrısı üzerine Adıyaman ve ardından Ankara civarına gelmiştir.  Yaklaşan Moğol tehlikesi ve uçları basan Bizans’a karşı yardımını gördüğü Ertuğrul Gazi liderliğindeki
Kayıları Ankara civarındaki Karacadağ’a konduran Sultan Alaaddin, Rumlara karşı Sultanönü (Eskişehir)’nde  kazanılan zaferde, ordusunun akıncılığını üstlenen Ertuğrul Gazi’ye  Söğüt, Domaniç ve Ermeni Beli’ni yaylak ve kışlak olarak tahsis etmiştir. Ertuğrul Gazi’nin  vefatı üzerine (1281 veya 1288), küçük oğlu Osman Bey, Kayıların başına geçmiştir.

1-Kuruluş Devri:
a- Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu:
Osman Bey, Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla başa geçtikten sonra, siyasî ve dinî bakımdan Anadolu’nun en itibarlı ve nüfuzlu tarikatlerinden Ahilerin mühim bir şahsiyeti olan Şeyh Edebali’nin kızı ile evlenerek, gücünü artırmış idi. Bundan sonra Osman Gazi, Bizans’a karşı genişleme politikasını uygulayarak, İnegöl, Karacahisar ve Yarhisar’ı ele geçirdi ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik’i alarak, burayı beyliğin merkezi yaptı (1299). Bu  tarih devletin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Selçuklu Sultanı III. Alaaddin Keykubad’ın İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın kuvvetleri tarafından tutulup, İran’a götürülmesi üzerine Selçuklu ümerasından bazıları ve bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey’e teveccüh göstermiş; Oğuz an’anesine göre onun hâkimiyetini tanımayı kabul etmişlerdir. Nitekim Oğuz beyleri Oğuz Han
töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey’in önünde diz çökerek, onun verdiği kımızı içmek suretiyle tâbiyetlerini sunmuşlardır. Ancak henüz küçük bir beylik durumundaki Osmanoğullarının, şeklen de olsa bu dönemde, İlhanlı hâkimiyetini tanıdıkları bilinmektedir.  Osman Gazi, beyliğini ilân ettikten sonra idaresi altındaki  bölgeleri  beş kısma ayırarak buraları güvendiği ve savaşlarda yararlık gösteren kimselere tevcih etti. Oğlu Orhan’a Sultanönü, büyük kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i,  Aykut Alp’e İn-önü’yü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı ve Turgut Alp’e de İnegöl’ü verdi. Diğer oğlu Alaaddin’e ise şeyh Edebali’nin emin ve nazırlığında, ailenin geçimi için,  Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis edildi.1302’de Bursa tekfurunun liderliğinde birleşen Rum tekfurlarının Koyunhisar (Bafeon) savaşında ağır bir mağlûbiyet tatmaları, Osman Bey’in Bursa ve Kocaeli taraflarına akınlar yapmasını oldukça kolaylaştırmıştı. Bir taraftan Bursa öte taraftan İznik Türk kuşatması altında tutuluyordu. Ancak yaşlılık sebebiyle Osman Bey, fetihler için oğlu Orhan’ı görevlendirmişti. Nitekim 1324 yılında Osman Bey vefat etti ve oğlu Orhan Bey Osmanlı tahtına çıktı.

Orhan Bey, 1326 yılında Bursa’yı, uzun süren kuşatmanın ardından, ele geçirince babasının vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi’nin naaşını Bursa’ya nakletti ve burayı devletin yeni merkezi yaptı. Orhan Bey’in komutanlarından Akçakoca ve Karamürsel ise İstanbul kıyılarına kadar akınlarda bulunuyorlardı. Bu fetih ve akınlardan telâşlanan Bizans İmparatoru Andranikos büyük bir ordunun başında Osmanlılara karşı harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savaşı’nda ağır bir yenilgi aldı (1329). Bu zafer, İznik ve İzmit’in ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır.

b- Rumeliye Geçiş;
Karasi Beyliğinde başlayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan Bey, Balıkesir ve civarını topraklarına katarak, ileride gerçekleşecek olan Rumeli fetihleri için mühim bir mevkiye sahip olmuştur. Nitekim Karasi Beyliğinin deniz gücü ve Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi değerli komutanlar artık Osmanlıların emrine girmişlerdir. Bizans içindeki taht kavgaları ve Bulgar-Sırp saldırıları karşısında, gittikçe güçlenen Osmaoğullarından yardım isteyen Kantakuzen’in talebi üzerine Orhan Bey’in oğlu Süleyman, bir orduyla Rumeli’ye geçti (1345). Edirne’yi kuşatan Bulgar-Sırp kuvvetlerini bozan Süleyman Paşa bu zaferin karşılığında Gelibolu’daki Çimpe Kalesi’ni Bizans’tan aldı. Böylece Osmanlılar ilk kez Rumeli yakasında bir üs elde etmiş oluyordu (1356). Süleyman paşa Gelibolu’nun ardından Tekirdağ’a kadar olan bölgeleri de ele geçirerek buralara Anadolu’dan getirilen Türkmenleri yerleştirdi.

Böylece Rumeli’de de Türkleşme hareketi başlamıştır. Süleyman Paşa’nın ölümünden sonra Rumeli’deki fetihler için kardeşi Murat Bey görevlendirildi (1359). Ancak 1362’de babası Orhan Bey’in de ölümü üzerine Murat Bey, Bursa’ya döndü ve Osmanlıların 3. hükümdarı olarak tahta çıktı (1362).

c- Rumeli ve Balkanlarda Fetihler;
I.Murat (Hüdavendigar)   önce tahtta hak iddia eden kardeşlerini bertaraf etmekle işe başladı ve bu arada elden çıkan Ankara’yı yeniden aldı. Anadolu’da birliğin sağlanmasının ardından Murat Hüdavendigar, inkitaya uğrayan Rumeli ve Balkanların fethine yöneldi. Bu sırada Balkanlar karşıklık içindeydi. Bir taraftan Sırp Hükümdarı Düşan’ın ölümü ile Sırplar arasında iç mücadeleler şiddetlenmiş, öte yandan Macar Kralı Layoş, Balkanlarda Ortadokslara olan baskıları artırmıştı. Evrenos ve Hacı İl Bey komutasındaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak Keşan’dan Dimetoka’ya kadar olan yerleri fazla bir mukavemet görmeden ele geçirmişlerdi. Sazlıdere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Şahin Paşa tarafından fethedildi (1363/4). Bu savaşlarda Bulgarların yanında yer alan Bizans barış yapmak zorunda kaldı. Türk ilerleyişini durdurmak isteyen Macar, Bulgar,Sırp ve Ulahlardan müteşekkil bir Haçlı ordusu Macar Kralı Layoş’un liderliğinde Edirne üzerine yürüdü. Ancak Meriç sahilindeki Sırp Sındığı denilen mevkiide, kalabalık Haçlı ordusunu hazırlıksız yakalayan 10 bin kişilik kuvvetiyle Hacı İl Bey, büyük bir bozguna uğrattı (1364).  Sırp Sındığı zaferiyle Osmanlılar, Balkanlardaki fetihlerine hız verdiler ve bunu kolaylaştıracağı için Osmanlı başkenti Bursa’dan Edirne’ye nakledildi. Fetihler karşısında çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldılar (1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Batı Trakya ve Makedonya’nın bir kısmı Osmanlı hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil’in de ele geçirilmesinin ardından Sırp Kralı Lazar, vergi verip, gerektiğinde asker göndermek şartıyla Osmanlılarla barış anlaşması imzaladı(1374).

Yaklaşık on yıl süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda fethedilen bölgelere Anadolu’dan mütemadiyen Türk nüfus kaydırılarak bölgede demografik dengeler Osmanlılar lehine değiştirilmeye başlanmıştı. Bu tarihten sonra bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmiş ve Anadolu’da Türk birliğini sağlamlaştırmaya yönelik düzenlemelere geçilmiştir. Bu maksatla I. Murat, oğlu Bâyezid’i Germiyan beyinin kızı ile evlendirmiş; Tavşanlı, Emet ve Simav gelinin çeyizi olarak Osmanlılara verilmiştir. Aynı şekilde Akşehir, Yalvaç, Beyşehri gibi bazı şehir ve kasabalar Hamidoğulları’ndan para karşılığı satın alınmış, Candaroğullar da Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Artık Osmanlıların karşısında tek bir güç kalmıştı; Karamanoğulları.

Alaaddin Ali Bey, Osmanlıların yeniden Balkanlara yönelmesini de fırsat bilerek, harekete geçmiş ancak I. Murat Konya önlerinde Karamanoğullarını yendiğinde Karaman beyi af dilemek zorunda kalmıştır(1387) Murat Hüdavendigar’ın yeniden Rumeli’ye yönelmesiyle birlikte Niş ve Sofya da dahil olmak üzere bütün Bulgaristan fethedildi.(1385/88). Timurtaş Paşa’nın Sırp kuvvetleri tarafından baskına uğratılıp, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh, Çek ve Macar kralları da Sırpların yanında yer aldılar. Fakat  Çandarlı Ali Paşa, Bulgar Kralı Şişman’ı esir alarak Bulgarları bu ittifakın dışına attı. Buna rağmen Haçlı ordusu ilerleyişini sürdürünce, I. Murat ordusunun başına geçerek düşmanı Kosova’da karşıladı. I.Murat’ın oğulları Bâyezid ve Yakup’un da yer aldığı Osmanlı birlikleri büyük bir zafer kAzandı. Sırp Kralı Lazar ve oğlu esir edilmiş, düşman kuvvetlerinin büyük bir kısmı imha olmuştu. (20 haziran 1389). Fakat I.Murat savaş meydanını gezerken bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit düştü. Bunun üzerine Sırp kralı da Osmanlı askerleri tarafından öldürüldü. Osmanlılar için Balkanlarda tutunabilmek yolunda ölüm kalım savaşı olarak görülen I.Kosova Zaferi Sırplar tarafından asla unutulmamıştır. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahşetin arkasında bu mağlûbiyetin ezikliği ve intikam hissi yatmaktadır.

d- Anadolu’da Türk Birliği’nin Sağlanması;
I. Murat’ın şehit edilmesinin ardından oğlu Bâyezid, devlet adamlarının ittifakıyla hükümdar ilân edildi. Babasının ölümünü fırsat bilen Anadolu’daki beyliklerin Osmanlılar’a bıraktığı toprakları yeniden ele geçirmek maksadıyla harekete geçtiklerini haber alan Bâyezid, süratle Anadolu’ya döndü. 1390 yılında Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan beylikleri ortadan kaldırıldı. Ertesi yıl Hamidoğulları Beyliği toprakları ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldığı topraklarda Anadolu beylerbeyliği adıyla idarî bir ünite oluşturuldu. Ardından Osmanlıların en önemli rakip olarak gördüğü Karaman Beyliğine yönelen Yıldırım Bâyezid, Konya’yı kuşattı. Alaaddin Ali Bey’in barış talebi, Beyşehir ve çevresinin Osmanlılara bırakılmasıyla kabul edildi.(1391). Fakat Yıldırım Bâyezid’in Mora ile ilgilenmesini fırsat bilerek
Ankara Sancak Beyi Sarı Timurtaş Paşa’yı esir alması üzerine, Yıldırım Bâyezid, Alaaddin Bey’e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu’ya geçen Yıldırım, üç gün süren savaşın ardından ele geçirilen Alaaddin Bey’i ortadan kaldırdı ve toprakları Osmanlılara ülkesine dahil edildi(1397).

Karamanoğlu tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, Anadolu’da Osmanlılara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadı Burhaneddin devleti kalmış idi. Daha 1392 yılında, Kadı Burhaneddin’in müttefiki durumundaki Candaroğlu Süleyman anî bir baskınla öldürülüp  beyliğin Kastamonu şubesi ortadan kaldırılmıştı (1392). Ardından, ertesi yıl Amasya ve Merzifon civarı Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Kadı Burhaneddin’in 1398’de Kara Yülük tarafından öldürülmesi üzerine, ona bağlı Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi şehirler birer birer ele geçirildi. Böylece Fırat’ın batısında kalan Anadolu toprakları Osmanlı sancağı altında birleştirilmiş oluyordu.  Yıldırım Bâyezid’in İstanbul Kuşatması ve Balkanlardaki Fetihleri. Yıldırım Bâyezid’in Karaman seferine anlaşma gereği katılan Bizans İmparatoru V.Yuannis’in oğlu Manuel’in, babasının ölümü üzerine anlaşmayı çiğneyerek İstanbul’a kaçması sebebiyle Yıldırım, İstanbul’u kuşatmaya karar verdi. 1391’de başlayan ilk muhasara 1396 yılına kadar sürdürüldü. Bu maksatla İstanbul Boğazı’nda Anadolu Hisarı inşa edildi. Şehre dış yardımların gelmesini önlemeyi ve iaşe zorluğu altında savunmayı kırmayı hedefleyen bu muhasara Timur’un Anadolu’ya ulaşmasına kadar fasılalarla devam ettirilmiştir. Bu kuşatma sürerken bir yandan da Yıldırım, Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna taraflarında fetih hareketlerine devam etmekteydi. Kuşatma altındaki Bizans’ın da talebi ile Türklere karşı yeni bir Haçlı ittifakı oluşturan Macar Kralı Sigismund, İngiltere dahil bütün Avrupa devletlerinden topladığı 120 bin kişilik bir orduyla harekete geçti. Yıldırım Bâyezid düşmanı şaşırtan bir hızla Niğbolu Ovası’nda düşmanı karşıladı. 50-60 bin kişilik Osmanlı ordusu, sayıca çok üstün olan Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Savaş meydanından kurtulabilenler, kaçarken Tuna’da boğuldular.(1396) Haçlılardan geriye sadece muazzam bir ganimet kalmıştı. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa’da pek çok cami, medrese ve imaret inşa edilmiştir. Zaferin ardından, Eflâk, Bosna, Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. İtibarı bu zaferle bir kat daha artan Yıldırım, Niğbolu dönüşünde Anadolu birliğini kurmaya yönelik nihaî adımları atmaya başlayacaktır.

2-Fatih ve Cihan Devleti’nin Doğuşu:
İstanbul’un Fethi: 
II. Mehmet, babasının ölümü üzerine ikinci kez Osmanlı tahtına oturduğunda, devletin ortasında bir şer adacığı hâlinde kalmış köhne Bizans’ı ortadan kaldırmayı öncelikle hedef olarak belirlemişti. Böylelikle Osmanlı devleti tam bir cihan devleti haline gelebilecekti. Hedefini gerçekleştirmek için ilkin Sırbistan ve Eflâk ile anlaşma imzalayan Fatih, Karamanoğlu tehlikesini de geçici de olsa bertaraf etti. Bizans’a ulaşabilecek muhtemel yardımı önlemek için Boğaz’ın Avrupa yakasına Rumeli Hisar’ını  yaptırarak kuşatma hazırlıklarını tamamladı. Nihayet kuşatılan İstanbul’a karşı 6 Nisan 1453’te kara ve denizden saldırı başlatıldı. II. Mehmet, Edirne’de döktürdüğü çağının en güçlü toplarıyla İstanbul surlarını karadan sarsarken 18 Nisan’da donanma bütün İstanbul adalarını ele geçiriyordu.

Fakat,  Haliç’in zincirle kapatılması sebebiyle kara ve deniz birlikleri müşterek bir harekâta geçemiyor ve bu durum da kuşatmanın başarısına gölge düşürüyordu. Nihayet 22 Nisan’da Osmanlı donanmasının karadan Haliç’e indirilmesi gibi müthiş bir plânın gerçekleştirilmesi, kuşatmanın seyrini değiştirmeye başlamıştı.  Seksen parçalık donanmayı bir anda karşılarında gören Bizans’ın direnme gücü artık kırılmıştı. 29 Mayıs 1453’teki nihaî harekâtla İstanbul fethedildiğinde, II. Mehmet, Peygamberimizin müjdesine mazhar oluyor ve “feth-i mübin” ile “Fatih”lik şerefini elde ediyordu.Bizans’ın ortadan kaldırılması hem Türk tarihi hem de dünya tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu fetihle Osmanlı Devleti, artık tam bir cihan devleti hâline gelmiş, İslâm dünyası ve Avrupa içinde büyük bir prestij ve güç kazanmıştır. Avrupa için bu fetih çağ açıp, çağ kapayan bir fetihtir.  Katolik Avrupa’nın, Ortadoks dünyasıyla bütünleşme çabaları, İstanbul’un fethiyle önlenmiş, aksine Balkanları da tamamen ele geçirmek suretiyle Fatih, kısa zamanda  Ortadoksları himayesi altına almıştır. Nitekim Papa V.Nikola’nın Türklere karşı harekete geçilmesi fikri pek taraftar bulamamış, aksine, Ege adalarındaki halk, Balkanlardaki bazı despotluklar ve prensler Fatih’i İstanbul’un fethinden dolayı kutlayan mektuplar yazmışlardır.  Papa’nın isteğine sadece Almanya, Napoli ve Venedik olumlu cevap vermiş fakat onlar da kendilerinden ziyade Sırp, Macar ve Arnavutları kışkırtarak sonuç almaya çalışmışlardır.

1- Fatih’in Batı Politikaları: 
a- Sırbistan Seferleri;  İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılara bağlılığını bildiren ve ele geçirdiği bazı kaleleri geri veren Sırplar Macarlar ile iş birliği yaparak yeniden düşmanlıklarını göstermeye başlamışlardı. Bunun üzerine 1454-1457 arasında üç kez peşpeşe Sırbistan’a sefer düzenlendi. Belgrat dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi. Sırp Kralı Bronkoviç’in ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar, Sırpları vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora seferinde bulunan Fatih, Sırp meselesine  son verilmesini emretti. Mahmut Paşa, 1459’da başkentleri Semendire’yi ele geçirilerek  Semendire Sancakbeyliğini oluşturdu. Böylece Sırbistan’da 350 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış oluyordu.

b- Arnavutluk Seferleri;
Papalık ve Napoli krallığının desteği ve kışkırtmasıyla harekete geçen Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vurkaç taktiği ile Osmanlı kuvvetlerine baskınlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fatih, bizzat sefere çıkmaya karar verdi. 1465 yılında gerçekleşen I.seferde, İlbasan Kalesi’ni yaptırıp, içine asker yerleştiren Fatih, Balaban Paşa’yı bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer devletlerden aldığı kuvvetlerle Türklere saldıran İskender Bey, Balaban Paşa’yı şehit etti ve İlbasan kalesi’ni kuşattı. Bunun üzerine Fatih II. Arnavutluk Seferi’ne çıktı (1467). Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey ölmüş ve yerine oğlu Jean geçmişti. Arnavutlukta başlayan kargaşa sebebiyle Fatih 3. kez Arnavutluk seferini başlattı. Arnavutların elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra kuşatıldı. Nihayet 1479’da Arnavutluk da bir Osmanlı vilayeti haline gelmiş oluyordu.

c- Mora Seferleri; İstanbul’un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin’in oğulları, rakipleri Kantakuzen ailesine karşı Mora’da, Osmanlıların yardımını istemişlerdi. Turahanoğlu Ömer Bey, akıncıları ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer iki kardeş arasında mücadele başlamıştı. Bölge ülkelerinin Mora’yı istilâ niyetlerini bilen Fatih 1458’de harekete geçti. Korent’i ele geçiren Fatih, Mora’nın bir kısmını merkeze bağlayarak, burada bir sancak oluşturdu. Atina ve diğer bölgeler ise Osmanlı yönetimini kabul etti. Kardeşi Dimitrios’a karşı Arnavutların desteğini alan Tomas’ın Osmanlılarla yapılan anlaşmayı bozması üzerine 2.kez Mora’ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa’nın yanına kaçmak zorunda kaldı. Bölgeye çok sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge halkını Osmanlılara karşı ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan Venedik, Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı (1465).

d- Eflâk ve Boğdan Seferleri; Yıldırım zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği’nin başına Fatih tarafından Vlad (Kazıklı Voyvoda) getirilmişti(1456). Osmanlılara bağlı görünen Vlad aslında gizliden gizliye düşmanlık ediyordu Vlad’ın Fatih’in elçilerini kazığa oturtarak öldürmesi üzerine 1462 yılında Fatih, Eflâk’a bir sefer düzenledi. Boğdan’dan da yardım alan Osmanlı kuvvetleri voyvodayı uzun süre takip etti. Neticede, sığındığı Macarların, Osmanlılarla yaptığı anlaşma üzerine Vlad’ı esir etmeleri ile mesele çözüldü. Fatih voyvodalığa  Radul’u getirdi ve Eflâk bir Osmanlı eyaleti hâline geldi. 1455’ten itibaren Osmanlı Hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği’nin Kefe’nin fethinden sonra izlediği düşmanca siyaset üzerine Osmanlı kuvvetleri 1476’da Boğdan’a girdi. Fatih’in bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış oluyordu.

e- Bosna-Hersek Seferleri;
Osmanlılara vergi yoluyla bağlı olan Bosna Kralının, anlaşmalara riayet etmemesi üzerine Üsküp’ten harekete geçen Fatih, Sadrazam Mahmut Paşa ve Turahanoğlu Ömer Bey’e Bosna’nın tamamen fethedilmesi emrini vermişti. 1463 yılındaki seferle Bosna Kralı Osmanlı hâkimiyetini yeniden tanıdı. Ancak şeyhülislamın da fetvasıyla sonra öldürüldü ve bu topraklarda Bosna Sancakbeyliği oluşturuldu. Fakat ordunun İstanbul’a dönmesi üzerine aynı yıl, Macar kralı Bosna’ya girdi. İkinci kez düzenlenen seferle Osmanlılar, Yayçe dışındaki bütün kale ve şehirleri yeniden ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasında Hersek Kralı Stefan da ülkesinin bir kısım toprağının Osmanlılara doğrudan bağlanması şartıyla  tahtında bırakılmıştı. Ancak 1483 yılında Hersek tamamen Osmanlı toprağı hâline gelecektir.Fatih, Bosna’yı Osmanlı topraklarına kattığı zaman “Bogomil” mezhebindeki Bosnalılara çok iyi davranmıştı. Hem Katolik hem de Ortadoksların kendi kiliselerine almak için baskı yaptıkları Bogomiller bu sebeple  Osmanlı yönetimine sıcak bakmışlar ve kendilerine sağlanan din ve vicdan hürriyetinden etkilenerek zamanla Müslüman olmuşlardı. İşte bu Müslüman Bosnalılara “Boşnak” denilmektedir.

Fatih devrinde Osmanlıların karada en güçlü komşusu ve rakibi Macarlar, denizde ise Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek başlarına Osmanlılarla baş edemeyeceklerini bildiğinden, doğrudan bir savaşı göze alamamış, Fatih de tabiî sınır olan Tuna’yı geçmeyi düşünmemiştir. Ancak akıncılar vasıtasıyla, Macaristan’a güvenliğin sağlanmasına yönelik yüzlerce başarılı akın düzenlenmiştir. Keza Venedik Cumhuriyeti de Osmanlılarla doğrudan karşılaşmaktansa Balkanlardaki diğer devletleri kışkırtmayı yeğ tutmuştur. Güçlü donmasıyla Mora ve Ege’deki adalara sahip olmak isteyen Venedik, Osmanlılar karşısında istediği sonucu alamamış, aksine pek çok ada ve kıyı kaleleri Osmanlıların eline geçmiştir.

f- Ege Adalarının Fethi; İstanbul’u ele geçiren Fatih, Bizans’a ait bütün toprakları hâkimiyeti altında birleştirmek istiyordu. Böylece Bizans’ın yeniden dirilmesini önleyeceği gibi, iktisadî ve siyasî açıdan da nüfuz alanını genişletebilecekti.  Öncelikle Anadolu kıyısına yakın adaları hedef alan Fatih, Bizans, Venedik ve Cenevizlilerin elindeki bu adalardan Anadolu’ya yapılan korsan akınlarının önünü kesmiş olacaktı. İkinci olarak Orta ve Doğu Akdenizdeki adalar hedef alınmıştı ki, bu adalar Fatih’in İtalya’ya yani eski Roma’ya geçişini kolaylaştıracaktı.( Nitekim Gedik Ahmet Paşa komutasındaki bir Osmanlı donanması Napoli Krallığının elindeki Otranto’yu fethetmiş ve buradan Güney İtalya’ya akınlar düzenlenmiştir.(1480) Fakat Fatih’in ölümünden sonra başa geçen II. Bâyezid, Gedik Ahmet Paşa’yı geri çağırınca, şehir savunmasız kalmış ve İtalyanlar kaleyi tekrar ele geçirmişlerdir).1456 yılında öncelikle Çanakkale Boğazı’na hâkim olan adalardan Gökçeada (İmroz), Taşoz Enez ve Semendirek adaları ele geçirildi. Aynı tarihlerde Limni ve Midilli halkı Türk yönetimine girmek için Osmanlılara başvurmuştu. Önce Limni, ardından, uzun süren kuşatmayı müteakip Midilli (1467) ele geçirildi.

Venedikliler  264 yıldır ellerinde tuttukları Ağrıboz Adası’ndan Mora ve Ege adalarındaki Türk birliklerine karşı saldırılarını yoğunlaştırmaktaydılar. Bunu önlemek maksadıyla Ağrıboz’un fethine karar veren Osmanlılar neticede 17 gün süren kuşatmadan sonra amaçlarına ulaştılar. Epir despotunun elindeki Zanta, Kefalonya ve Ayamavra gibi adalar da Fatih’in saltanatının son zamanlarında Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir. Ancak St. Jean şovalyelerinin elindeki Rodos’a karşı girişilen birkaç muhasara neticesiz kalmıştır.

2-Fatih’in Doğu Politikası:
a- Karadeniz Politikası;
Osmanlılar, Anadolu’nun büyük bir kısmını hâkimiyetleri altına almalarına rağmen kuzeyde, Karadeniz kıyısındaki bazı yerler Trabzon Rumları, Cenevizliler ve Candaroğullarının elinde bulunuyordu.  Anadolu Türk birliğinin sağlanması ve ticaret güvenliği açısından bu bölgelerin ele geçirilmesi şarttı.  İşte bu sebeplerle, Fatih karadan ve denizden kuvvetlerini harekete geçirdi. 1461 yılında Cenevizlilerin elindeki önemli bir üs olan Amasra teslim olmak zorunda kaldı. Seferin kendisine karşı yapıldığını sanan Candaroğlu İsmail Bey, Kastamonu’yu terk ederek Sinop’a çekildi. Bursa’ya dönerek birliklerini takviye eden Fatih, Trabzon seferine çıkarken, Sinop da dahil Candaroğullarının topraklarını savaşmaksızın ele geçirdi. Fatih’in asıl amacı 1204 yılında Lâtinlerin İstanbul’u işgal etmesi üzerine Bizans hanedanına mensup Komnenlerin ayrı bir devlet oluşturdukları Trabzon idi. Osmanlılara vergi vermeyi kabul eden Trabzon Rumları bir taraftan Fatih’in rakibi olan Uzun Hasan ile ittifak içine girmişti. Nihayet Fatih, karadan birliklerini Trabzon’a gönderirken, bir donanma da Sinop’tan kalkarak bölgeye yöneldi.

Bu sırada Uzun Hasan’ın Osmanlı ordusunu arkadan çevirebileceği ihtimaline karşı Fatih, ordusunu Sivas’ın güneyinden Yassıçemen’e çevirdi. Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun’un ricası üzerine Akkoyunlularla bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Akkoyunlular, Trabzon Rumlarına yardım etmemeyi vaat etmişlerdir. Anlaşmanın akabinde kara ve denizden Trabzon yeniden kuşatıldı. Çaresiz kalan Trabzon Hâkimi David Komnen şehri teslim etmeyi kabul etti (26 Ekim 1461). Böylece 258 yıl devam eden Trabzon Rum İmparatorluğu da tarihe karışmış oldu.Karadeniz’in Anadolu kıyılarını tamamen hâkimiyetine alan Fatih’in bundan sonraki hedefi, önemli ticaret limanları olan Ceneviz kolonilerini ortadan kaldırarak, Karadeniz’i tam bir Türk gölü yapmak idi.

Gedik Ahmet Paşa komutasındaki donanma 1475 yılında Kefe, Azak ve Menkup iskele ve kalelerini ele geçirdi. Böylece Osmanlılar, Altınorda Hanlığı’nın zayıflamasıyla ortaya çıkan Kırım Hanlığı ile komşu oldu.  Azak Kalesi’nin düşürülmesi sonucunda bazı Cenevizliler ile birlikte Kırım hanlarından Mengli Giray Han da esir edilmişti. Mengli Giray Han’ın İstanbul’a getirilmesiyle Kırım Hanlığı Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. (1478). Kırım hanları 350 yıl boyunca Osmanlıların batıya karşı en güçlü müttefikleri olarak hizmet vermişlerdir.

b- Anadolu’da Türk Birliğinin Gerçekleşmesi;
Osmanlıların kuruluş devrinden beri en ciddî rakipleri durumundaki Karamanoğulları, Fatih’in politikalarına karşı, Akkoyunlu ve Memlûklu devletlerinin desteğini sağladığı gibi, Venediklilerle de bir ittifak kurmakta sakınca görmemişlerdi. Bu düşmanca tavır üzerine Fatih 1466 yılında Karamanoğulları üzerine yürümeye karar verdi.  Beylik topraklarının büyük kısmı Osmanlıların eline geçmesine rağmen Fatih, Larende ve Silifke yörelerine çekilen Karamanoğullarına karşı mücadeleyi, Otlukbeli Savaşı’nın sonrasında da sürdürmüştür. Fakat Karaman Beyi Kasım’ın ölümünden sonra (1483) beylik tamamen oradan kalkmış olacaktır. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, 1467 yılında Karakoyunlu topraklarına sahip olunca Osmanlılar aleyhine hâkimiyetini genişletmeye başlamıştı. Anadolu birliği yönündeki bu tehlike üzerine Fatih, 1473’te harekete geçti. Otlukbeli mevkiinde yapılan savaşta Osmanlılar büyük bir zafer kazandılar.

Artık Akkoyunlular Osmanlılar için bir tehlike olmaktan çıkmıştı.  Fatih bundan sonra Hicaz su yolllarının onarımı hususunu bahane ederek Memlûklar’a karşı harekete geçti. Fakat bu dönemde Memlûklarla  büyük bir savaşa girilmemiştir. Fatih’in 1481’de hazırlık yaptığı ve ölümüyle yarım kalan seferin ya Rodos’a ya da Mısır’a yönelik olduğu söylenir.

Fatih’in ölümü üzerine Osmanlı tahtına büyük oğlu Bâyezid geçmişti. Ancak diğer oğlu şehzade Cem, Rodos şovalyelerinin eline düşmesiyle sonuçlanan,taht mücadelesine girmişti. Bâyezid’in mütereddit ve ihtiyatlı politikaları sebebiyle, Akkoyunluların yerini alan Safaviler güçlenerek Anadolu’da Şahkulu İsyanı gibi ayaklanmaları kışkırtmış, Memlûklara karşı başarısız seferler düzenlenmiştir. Buna rağmen Bâyezid döneminde Kili ve Akkerman ele geçirilerek Boğdan tamamıyla Osmanlı hâkimiyetine girmiş(1484), Venedik ve Haçlılara karşı denizlerde üstünlük kurulmuş, Modon, Koron, İnebahtı ve Navarin gibi Mora kıyılarındaki kale ve limanlar zapt edilmiştir(1502).

Barbaros kardeşlerin denizlerdeki zaferlerine rağmen özellikle doğudaki olumsuz gelişmeler ve  Şahkulu İsyanı(1511), devlet işlerinden elini çeken Bâyezid’in sağlığında şehzadeler arasındaki taht mücadelesinin kızışmasına vesile olmuştur. Nitekim Şehzade Selim’in mücadeleyi kazanması üzerine 1512 yılında II. Bâyezid tahttan feragat etmiştir.

c- Yavuz Sultan Selim Devri;
Henüz Trabzon’da vali iken Doğu’da Safavilerin nasıl güçlendiğini gören ve onlarla başarılı bir mücadeleye giren Selim, tahta çıktıktan sonra, Anadolu’daki  mezhep mücadelesine bir son vermek için Safavilerle doğrudan savaşa girmeyi kaçınılmaz görmekteydi. Nihayet ordusunun başında Doğu seferine çıkan Yavuz Selim, Çaldıran Ovası’nda Şah İsmail’in ordusuyla büyük bir meydan muharebesi yaptı. İki Türk hükümdarının mücadelesinden Selim üstün çıktı (23 Ağustos 1514). Doğu Anadolu toprakları Osmanlıların eline geçti. Yavuz, Tebriz’e kadar Şah İsmail’i takip etti. Dulkadiroğulları beyliği Osmanlı yönetimine alındı ve sonra ilhak edildi (1515) Babası döneminde Memlûklara karşı yapılan seferlerin çoğu kez başarısızlıkla neticelenmesi, Osmanlıların doğu’da ve İslâm dünyasında üstünlük kurmaları önündeki en büyük engel idi. Bu sebeple, Safavi tehlikesini bertaraf ettikten sonra Yavuz, Memlûklara karşı büyük bir ordu hazırladı. Mısır Memlûk Sultanı Kansu Gavri, Osmanlı ordusunu Halep’in kuzeyinde karşıladı. Ancak Mercidabık Savaşı Osmanlıların zaferiyle son buldu (24 Ağustos 1516).

Kansu Gavri savaş sırasında öldü. Malatya’dan Sina yarımadasına kadar olan topraklar Osmanlıların
eline geçti. Kışı Şam’da geçiren Yavuz, tekrar Mısır’a yöneldi. Yeni Memlûk Sultanı Tomanbay ile Kahire’nin kuzeyindeki  Ridaniye mevkiinde yapılan savaşı da Osmanlılar kazandı. (22 Ocak 1517). Bu savaş Memlûk Devleti’nin sonu oldu. Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz Osmanlı hâkimiyetine girdi. Hülagû’nun Bağdat’ı işgal etmesiyle Memlûk himayesine giren halifelik müessesesi de böylece Osmanlılara geçmiş oluyordu. Nitekim Mekke şerifi şehrin anahtarını Yavuz Sultan Selim’e sunarak itaatini bildirmişti. Yavuz dönemi Osmanlıların doğu’da ve İslâm dünyası’nda en büyük güç haline geldiği bir dönemdir.

3-Yükseliş Döneminin Zirvesi: 
Kanuni Sultan Süleyman Yavuz Sultan Selim’in sekiz yıl süren hâkimiyet devrinden sonra Osmanlı tahtına oğlu I.Süleyman geçti (1520). I.Süleyman’ın 46 yıllık saltanatında Osmanlı Devleti siyasî, askerî ve iktisadî açılardan zirveye ulaşmıştır. Bu sebeple dost düşman ona Kanuni, Muhteşem, Büyük Türk gibi lâkaplarla hitap etmiş ve tarihe de böyle geçmiştir.

a- Avrupa’daki Gelişmeler;
Kanuni döneminde özellikle Avrupa’da önemli dinî ve siyasî  değişiklikler söz konusudur. Güçlü Macar krallığının Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra, Kutsal Roma- Cermen İmparatoru Şarlken en ciddî rakip hâline gelmiş, onun oluşturduğu imparatorluğun uzantısı durumundaki Avusturya Arşidükalığı Osmanlılara sınırdaş olmuştur. Bu devlet ile Avrupa’nın en güçlü hanedanı olacak olan Habsburglar Avrupa’yı âdeta parselleyeceklerdir. Bu dönemde güçlenmeye başlayan Protestanlık, Avrupa’da mezhep çatışmalarının şiddetlenmesine sebep olmuştu. Doğu Avrupa’da da Lehistan ve Ortadoks Rusya güçlenmeye başlamıştı. Kanuni, Avrupa’daki siyasî ve dinî çekişmelerden faydalanarak, onların birleşmemesine özen göstermiş ve bunu bir devlet politikası hâline getirmiştir. Yine bu dönemde Akdeniz’de ve Okyanuslarda güçlü bir ticarî ve iktisadî filo oluşturan İspanyol ve Portekiz donanmaları Venedik’in yerini almış görünüyordu.

b- Belgrat’ın Fethi ve Macaristan Seferi;
Fatih’in Sırbistan  seferinde ele geçirilemeyen Belgrat, Avrupa içlerine yapılacak akınlar için bir sıçrama noktası idi. Bu sebeple Kanuni, Macaristan seferine çıktığında ilkin Belgrat’ı kuşattı ve ele geçirdi(1521). Burayı bir üs olarak kullanan Osmanlılar artık rahatlıkla Avrupa içlerine sefer yapabilecekti. Nitekim Şarlken’e tutsak olan Fransa Kralı Fransuva’yı, kendisinden yardım talep etmesi üzerine, kurtarmayı amaçlayan Kanuni, 1526 yılında karşısındaki ittifakı parçalamak amacıyla yeniden Macaristan üzerine bir sefer düzenledi. 29 Ağustos 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi ile Macar ordularını imha eden Kanuni, Budin’i (Budapeşte) ele geçirdi. Macaristan’ın bir bölümü ilhak edildi ve kalan kısmı Erdel Krallığı oluşturularak Osmanlı hâkimiyetine alındı.

c- Avusturya Seferleri;
Macaristan’ın ele geçirilmesi üzerine, ölen Macar kralı ile akrabalığını öne süren Avusturya Arşidükü Ferdinand, Macar topraklarında hak iddia etmiş ve Budin’i işgal etmişti. Bunun üzerine Kanuni, yeniden Macaristan’a sefer düzenledi. Budin kurtarıldı. Ancak Kanuni’nin asıl maksadı Viyana idi. Osmanlı ordusu şehri kuşattı ise de ele geçirmeye muvaffak olamadı(1529). I.Viyana Kuşatması’nın sonuçsuz kalmasından cesaretlenen Ferdinand, Budin’i tekrar işgal etti. Kanuni  ünlü “Alman Seferi” ile mukabele ederek işgal edilen yerleri geri aldı. Ferdinand ile İstanbul’da bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Ferdinand, Macaristan üzerinde hak talep etmeyecek ve Osmanlı hâkimiyetini tanıyacak ve elinde bulundurduğu Macaristan’a ait topraklar için de Osmanlılara vergi verecekti.(1533).

Ferdinand’ın Macar kralının ölümünü fırsat bilerek anlaşmayı bozması üzerine Kanuni yeniden sefere çıktı. 1562’deki bu sefer sonucunda Macaristan’da Erdel Beylerbeyliği oluşturuldu. Avusturyalılar fırsat buldukça Macar topraklarına tecavüz etmişler ve her seferinde de Osmanlılardan gerekli cevabı almışlardır. Nitekim Kanuni’nin son seferi de Avusturya’ya karşı olmuş ve Zigetvar Kalesi kuşatılmıştır (1566)

d- Fransa ile Münasebetler ve İlk Kapitülâsyon;
Avrupa birliğini sağlamak isteyen Roma-Cermen İmparatoru Şarlken, bu maksatla Fransız Kralı Fransuva’yı esir etmişti. Kendisinden yardım isteyen kral ile iyi ilişkiler kuran Kanuni böylece Şarlken’e karşı bir müttefik kazanmış oluyordu. 1535 yılında iki ülke arasında ticaret ve dostluk anlaşması imzalandı. Anlaşma ile her iki ülke serbest ticaret hakkı elde edecek ve bu haklar iki hükümdarın yaşadığı sürece geçerli olacaktı. Lâkin kapitülasyon adıyla tarihe geçecek olan bu ticarî imtiyazlar sürekli hâle getirilmiş, sonraki devlet adamlarının basiretsizliği sebebiyle tek taraflı işlemeye başlamış ve başka devletlere de imtiyazların tanınmasıyla Osmanlı ekonomisi giderek dışa bağımlı hâle gelmiştir.

e- İranla Münasebetler;
Şah İsmail’in yerine geçen oğlu I.Şah Tahmasp, babası gibi, Osmanlıların düşmanı olan Venedik ve Avusturya ile ittifak kurmakta bir beis görmüyordu.  Osmanlı ordusu, Avrupa’ya sefere çıktığında Safaviler, Doğu Anadolu topraklarına karşı saldırıya geçiyordu. Bu sebeple, Kanuni, Irakeyn (iki Irak; Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap) seferi diye bilinen bir sefere çıktı (1534-35).  Tebriz ve Bağdat Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlının Avrupa ile ilgilenmesinden yararlanan Safaviler fırsat buldukça yeniden harekete geçtiklerinde, bölgeye 1555 yılına kadar Nahcivan ve Tebriz üzerine birkaç kez sefer düzenlenmiştir. Osmanlılar karşısında fazla bir varlık gösteremeyen Şah Tahmasp nihayet barış anlaşması imzalamayı kabul etmek zorunda kalmış ve Amasya Antlaşması  (1555) ile Osmanlı üstünlüğünü kabul ederek Bağdat, Tebriz ve Doğu Anadolu’nun Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu tasdik etmiştir.

f- Deniz Seferleri ve Fetihler;
Kanuni devri karada olduğu gibi denizlerde de büyük bir üstünlüğün sağlandığı bir devirdir. Fatih’in alamadığı, St.Jean şövalyelerinin elindeki Rodos ve çevresindeki adacıklar, başarılı bir kuşatma sonunda ele geçirilmiş(1522), II. Bâyezid zamanından beri Akdeniz’de serbestçe faaliyet gösteren Barbaros kardeşlerin devlet hizmetine alınmasıyla deniz ve kıyılarda pek çok yer Osmanlı hâkimiyetine dahil olmuştur. Cezayir’i ellerinde bulunduran ve Osmanlılar adına, 1492 yılında İspanya’da soy kırıma uğrayan Musevîleri  İstanbul’a gemilerle nakleden Barbaros kardeşler haklı bir üne sahip olmuşlardı. 1533 yılında Cezayir’i Osmanlılara bırakarak kaptan-ı deryalık görevini kabul eden Barbaros Hayrettin Paşa (Hızır Reis), 1538 yılında Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasını Preveze’de büyük bir bozguna uğratarak, Osmanlılardın Akdeniz’in tek hâkimi olduğunu bütün dünyaya kabul ettirdi.

Barbaros’un ölümünden sonra  yerine geçen Turgut Reis de fetihlere devam etti.Nitekim St. Jean şövalyelerinin elinde bulunan Trablusgarp onun tarafından fethedilmiş (1551), Preveze’den sonraki en büyük deniz zaferi sayılan Cerbe Savaşı sonunda Haçlı donanması bir kez daha hezimeti tatmıştır. Sadece Akdeniz’de değil Kızıl Deniz ve Hint Okyanusunda da Osmanlı donanması faaliyette bulunmuştur. Uzak denizlerde istenilen sonuçlar elde edilememişse de bu dönemde Yemen ve Arabistan’ın güney kıyıları ile Habeşistan ele geçirilmiştir.

g- Kanuni’nin Ölümü ve Sonrası;
Zigetvar Muhasarası esnasında hastalanan Kanuni kalenin fethini göremeden  66 yaşında öldü (1566). Siyasî, askerî ve iktisadî bakımlardan Osmanlıyı zirveye çıkaran bu büyük hükümdarın yerine geçen ne II. Selim (1566-1574) ne de  III. Murat (1574-1595) aynı evsafta kişiler değillerdi. Ancak Kanuni devrinde başlayan fetih rüzgârları o derece şiddetliydi ki, bu hükümdarlar devrinde de hızını devam ettirebildi. Şüphesiz bu başarılarda sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın dirayetli siyasetinin de rolü büyüktür. Anadolu’nun Akdeniz’e bakan kıyılarında bir çıban başı gibi duran Venedik’in elindeki  Kıbrıs bu fetih rüzgârıyla kuşatıldı. Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı donanması adayı ele geçirir geçirmez (1571), buraya Anadolu’nun çeşitli sancaklarından Türkler yerleştirildi. Artık Kıbrıs da Türk olmuştu. Bu durumu hazmedemeyen Venedik, İspanyol, Malta donanmaları papa ve diğer bazı Avrupa devletlerinin de desteği ile harekete geçerek büyük bir savaş filosu oluşturdular. Korent Körfezi yakınlarında, İnebahtı önlerinde yapılan deniz savaşını Osmanlılar kaybetti (1571).

Ancak kendileri de oldukça fazla zaiyat verdiğinden, Haçlı donanması Osmanlı kadırgalarını takip edecek durumda değildi. Sokullu kısa zamanda donanmayı yenileyerek yeniden Akdeniz’e indirdi. Venedik bu durum karşısında yeni bir savaşı göze alamadı ve Osmanlılara vergi vermeyi kabul etti. Kılıç Ali Paşa komutasındaki donanma Tunus’u yeniden Osmanlı topraklarına kattı (1574). Bu esnada II.Selim ölmüş ve yerine III. Murat geçmişti. Bu padişah devrinde, Şah Tahmasp’ın ölümüyle çalkanan İran’a savaş açıldı (1576)  Gürcistan ve Azerbaycan’ın büyük bir kısmının ele geçirilmesiyle neticelenen ilk seferden sonra savaş 15 yıl sürdü. Bu uzun savaş ile daha fazla yıpranmak istemeyen Osmanlı Devleti ile İran arasında 1590’da bir barış anlaşması yapıldı.  Yine bu dönemde başlayan Türk-Macar Savaşı  I.Ahmet devrine kadar devam etti. Don ve Volga nehirlerini birleştirmeyi amaçlayan kanal projesi ile Süveyş kanalı teşebbüsünün mimarı olan Sokullu’nun 1579’daki ölümü ile Osmanlı Devleti büyük bir yara almıştır. Özellikle III.Murat’ın oğlu III.Mehmet’in (1595-1604), hükümet işlerini annesine bırakıp, bir köşeye çekilmesi Osmanlı’yı XVII. yüzyılda daha kötü yılların bekleyeceğinin âdeta habercisi idi.

4-Duraklama Dönemi ve Son Başarılar

III.  Mehmet zamanında Avusturya’ya karşı devam ettirilen savaşlarda Eğri, Kanije ve Haçova zaferleri elde edilmişse de I. Ahmet (1604-1617), Zitvatorok Antlaşmasını imzalayarak (1606), Osmanlının, Avrupa’daki üstünlüğünün sona erdiğini bir anlamda kabul ediyordu. Her ne kadar ele geçen topraklar bu anlaşmayla Osmanlıda kalıyorsa da, artık iki devletin “eşit” sayıldığı hükme bağlanmıştı. XVI.yüzyıl başlarından itibaren Avusturya ve İran’la girilen uzun savaşlar, ehliyetsiz idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüşvetin alması, buna bağlı olarak devletin askerî ve iktisadî düzeninin temelini oluşturan timar sisteminin bozulmaya başlaması, devletin güç ve otoritesini, halkın huzur ve asayişini güvenliğini sarsmıştır.  XVII. yüzyıla girilirken bu olumsuz şartlar, anarşinin artmasına  sebep olmuştur. Merkez ve taşra teşkilâtında görülen bozulmalar,  pek çok isyanın çıkmasını ve dolayısıyla devlet nizamının sarsılmasını beraberinde getirmiştir. Bu isyanları üç grupta toplamak mümkündür; Taşrada çıkan Celalî İsyanları,  Eyalet isyanları ve İstanbul merkezli kapıkulu isyanları. Celalî isyanlarının en önemli sebepleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, devletin uzayan savaşlara bağlı olarak  azalan gelirlerini karşılayabilmek için vergileri artırması, timar sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karşı  huzursuzlukları idi. Halkın devlete olan güveninin sarsılması, isyancıların gücünü daha da artırıyordu.

Kalenderoğlu, Karayazıcı, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarına, medrese öğrencisi suhteler ve başıboş leventlerin isyanları da eklenince,  devlet isyanları bastırmada oldukça zorlandı. Bu isyanlar yüzünden özellikle Anadolu’da dirlik ve düzenlik kalmadığı gibi, iktisadî durum da oldukça bozulmuştur. Yine bu otorite boşluğu nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bağdat, Eflâk, Boğdan gibi bağlı eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan etmişlerdi.  İstanbul’daki yeniçerilerin ulûfelerini zamanında alamamalarını bahane ederek çıkardıkları isyanlar doğrudan sarayı hedef almıştır. Fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı’nı düzenlemek isteyen II. Osman (1618-1622)  yeniçerilerin hışmına uğramış, isyancılar sarayı basmıştır. Yeniçeriler, Genç Osman’ı tahttan indirerek yerine, III. Mehmet’in kardeşi I.Mustafa’yı getirmişler  ve bununla da kalmayarak, Genç Osman’ı Yedikule Zindanlarında katletmişlerdir.Bu olay yeniçerilerin bir padişahı tahttan düşürüp, katletmelerinin ilk örneği olması açısından dikkat çekicidir. Yeniçerilerin başa geçirdiği I.Mustafa’nın bir yıl sonra ölmesiyle, Osmanlı tahtına IV. Murat geçer (1623-1640), genç padişah, hâkimiyetinin ilk on yılında devlet idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan’a bırakmış ve güçlenene kadar fesat çıkaranlara karşı tedbirli davranmıştır. Ancak saraydaki huzursuzluk ve Anadolu’da yeniden patlak veren isyanların tehlikeli boyutlara ulaşması üzerine 1632’de duruma müdahale eden IV. Murat, kısa zamanda otoriteyi tesis etmiştir. Sert tedbirlerle nifak çıkaranları, şeyhülislâm ve kardeşleri de dahil, öldürtmekten çekinmemiş, boşalan devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymuştur. Toparlanan Osmanlı Devleti, Bağdat’ı ele geçiren İran’a savaş açtı. IV. Murat, ünlü seferiyle Bağdat’ı geri aldı (1638). İran ile yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla (1639), bugünkü sınırlara yakın olan Türk-İran sınırı yeniden çizildi.  1640’ta, IV. Murat’ın ölmesi üzerine yerine kardeşi I. İbrahim geçti(1640-1648). Fakat onun sekiz yıllık saltanatında devlet her açıdan kötülemeye başlamıştı. Sonunda 1648 yılında o da öldürüldü ve çocuk yaştaki IV. Mehmet Osmanlı tahtına çıkarıldı (1648-1687).  Harem ve Yeniçeri Ocağı devlet işlerine istedikleri gibi müdahale eder olmuşlardı. Bu kötü gidiş 1656’da Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlık vazifesine getirilmesine kadar devam etti.Köprülü Mehmet Paşa ve onun ailesinden olan diğer sadrazamlar XVIII. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti’nin idaresinde belirleyici bir rol oynamışlardır. Köprülüler Devri olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar sağlanmış ve Osmanlılar son fetihlerini bu devirde gerçekleştirebilmişlerdir.  Köprülü Mehmet Paşa, içerde sükûneti sağladığı gibi, Venediklilerin eline geçmiş olan Bozcaada ve Limni’yi geri alıp, Çanakkale Boğazı’nı ablukadan kurtardı. Köprülü Mehmet Paşa öldüğünde, padişah yine geniş yetkilerle oğlu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’yı sadarete getirdi(1661). Erdel işlerine karışan Avusturya’ya karşı başlatılan savaşta Fazıl Ahmet Paşa, Uyvar’ı fethetti. Avusturya yapılan anlaşmayla, Erdel ile Uyvar ve Neograt kalelerinin Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu kabul etti. Uzun süredir kuşatılan, Venedik’in elindeki Girit, Kandiye Kalesi’nin düşmesiyle Osmanlı hâkimiyetine girdi(1669). Lehistan’a yapılan sefer sonucunda Podolya da Osmanlı topraklarına katıldı (1676).

Lâle Devri:
Pasarofça Antlaşması neticesinde ortaya çıkan barışı iyi kullanmak isteyen Osmanlılar, artık Avrupa karşısında savunma durumunda kalacağını anladığından, Balkanlardaki sınır kalelerini tahkim etme, bölge halkını yanında tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya ağırlık vermekteydi. Damat İbrahim Paşa, Osmanlılara üstünlük kurmuş olan Avrupa’yı her yönüyle tanımak için Avrupa başkentlerine elçiler göndertti. 1718-1730 yılları arasındaki bu dönem, sanatta lâle motifinin işlenmesi sebebiyle “Lâle Devri” adıyla anılmaktadır. Bu dönemde matbaa açılması, çini ve kumaş fabrikası kurulması gibi bazı müspet yenilikler yapılmışsa da, III. Ahmet ve saray çevresinin şaşalı eğlenceleri ve harcamaları huzursuzluğu artırmaktaydı. Damat İbrahim Paşa’nın, İran’a karşı başlatılan savaşta (1722) kesin netice alamaması ve uzayan savaş esnasında Tebriz’in sadrazamın gizli emriyle İran’a terk edildiği haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti.

Patrona Halil Ayaklanması’nın patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu. Damat İbrahim Paşa ve yakınlarıyla Sultan III. Ahmet asiler tarafından katledildiler (1730)Bu olayın ardından III. Ahmet’in yeğeni I.Mustafa hükümdarlığa getirildi. (1730-1754).  Kafkaslardaki sınır olaylarını bahane eden Rusya, Kırım Tatarlarına karşı büyük bir saldırı başlattı. Azak ve Bahçesaray Rusların eline geçti (1739). Fransa’nın da teşvikiyle Osmanlılar, Rusya’ya karşı savaş ilân etti. Rusya’nın yanında savaşa katılan Avusturya da, Eflâk ve Boğdan’a girmişti. Osmanlılar iki cephede de büyük başarılar kazandılar. Prusya, Fransa ve İsveç’in Osmanlılara yakınlaşması, Osmanlılar karşısında ummadıkları bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya’yı barış yapmaya zorladı. Bu savaş sırasında tekrar Osmanlıların eline geçen Belgrat’ta bir anlaşma imzalandı (18 Eylül 1739). Belgrat Anlaşmasıyla, Avusturya, Pasarofça barışıyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak’ı terkederek bölgedeki kıyı ve deniz ticaretinin Osmanlı gemileriyle yapılmasını kabul etti. Bu anlaşma geçici de olsa Osmanlıların toparlanmasını sağlamıştır.

Savaşta Türklerin tarafını tutan Fransa’yla, Kanuni döneminde tanınan imtiyazları genişleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlaşması imzalanmıştır (1740). Damat İbrahim Paşa zamanında başlayan İran savaşları Lâle Devri’nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküş dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dağıstan’ı işgal etmişlerdi.

Şirvan halkının talebi üzerine Osmanlılar duruma müdahale etmiş, iki ülke arasında çıkabilecek savaş Fransa’nın araya girmesiyle önlenmişti. Rusya’nın kuzeydeki işgaline karşın Osmanlılar da Güney Azerbaycan’ı topraklarına kattılar. Şah Tahmasp 1732’de Osmanlılar ile barış yaptı. Bu durumu kabullenemeyen Afşar Nadir Bey, Şah Tahmasp’ı devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlılar bazı toprakları Nadir Han’a bırakmaya razı oldu. Her iki taraf için de yıpratıcı olan bu uzun savaşlar, Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla çizilen sınırların aynen kabul edildiği 1746 anlaşmasıyla son bulmuştur.

I.Mahmut döneminde, başarılı savaşların yanı sıra, ordu içinde de yeni düzenlemelere gidilmiştir. Aslen Fransız olup Osmanlı hizmetine girerek beylerbeyi olan Ahmet Paşa, Humbaracı Ocağı’nı kurarak (1734), batı savaş tekniklerini burada hayata geçirmiş idi. I.Mahmut’un üvey kardeşi III.Osman’ın (1754-1757) yerine geçen, amcaoğlu III. Mustafa (1757-1773) zamanında da ordu içerisinde bazı ıslahatlar devam ettirilmiştir. Nitekim onun döneminde Tophane ıslah edilerek yeni ve güçlü toplar dökülmüş, donanma yenilenmiştir. Ancak, Rusya ile başlayan harpler bu yeniliklerin yeterli olmadığını gösterecektir.

5-Gerileme Dönemi ve Gerilemeyi Durdurdurma Çabaları: 
1764 yılında Rusya, Osmanlıların toprak bütünlüğünü garanti ettiği Lehistan’ı işgal etmiş ve kaçan mülteciler Osmanlı sınırını geçen Ruslar tarafından katledilmiştir. Bu olay üzerine Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş ilân etmiştir(1768). Ruslar, Baserabya ve Kırım’ı işgal ettikleri gibi, İngilizlerin de yardımıyla, Baltık filosonu Akdeniz’e göndererek, Mora Rumlarını isyana teşvik etmişler ve Çeşme’de demirli Osmanlı donanmasını gafil avlayarak, gemileri yakmışlardır. Bu arada Mısır’da da bir isyan hareketi başlamıştır. Ruscuk ve Silistre önlerinde Osmanlı kuvvetlerinin mevzii başarılar kazanmasının ardından II. Katerina, Lehistan işini halletmeyi plânladığından Osmanlılarla anlaşma yapmayı kabul etmiştir. I.Abdulhamit’in (1773-1789) başa geçmesinden sonra imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile (21 Temmuz 1774) Kırım Hanlığı Osmanlıdan kopartılarak sözde  bağımsız bir devlet olmuş, Baserabya, Eflâk, Boğdan Osmanlılarda kalmış, ancak Azak ve Kabartay bölgesi Rus hâkimiyetine geçmiştir. Ruslar bu anlaşmayla İngiltere ve Fransa’ya tanınan kapitülâsyonları da kazanmış ve her yerde konsolosluk açma hakkını elde ederek, Osmanlının iç işlerine karışabileceği bir ortamı kendine hazırlamıştır. Nitekim 1783’te Kırım’ı işgal ve ilhak eden Rusya, Karadeniz’e hâkim olarak, sıcak denizlere inme politikasını gerçekleştirme yönünde büyük bir adım atmış, Ortadoksları himaye bahanesiyle de Balkanlardaki nüfuzunu kuvvetlendirmiştir.  Rusya’nın nihaî amacı, İstanbul’u ele geçirerek Bizans’ı yeniden diriltmek idi. İşte bu maksatla, Osmanlı Devleti’ni taksim etmek üzere Avusturya ile gizli bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmayı haber alan Osmanlı Devleti, Prusya ve İngiltere’nin de tahrikiyle Rusya’ya karşı savaş açtı. Halkın infialine neden olan Kırım’ı geri almak Osmanlının en büyük arzusuydu. Ancak bu savaşa Rusya’nın müttefiki olan Avusturya’nın da katılmasıyla, Osmanlılar iki cephede birden mücadele etmek zorunda kaldılar(1788). Avusturya’ya karşı iki kez savaş kazanıldı. Belgrat ve Banat ele geçirildi. Ancak Rusya’ya karşı doğu cephesinde başarı sağlanamadı. Bu tarihlerde Osmanlı tahtına III. Selim çıkmıştı (1789-1807). III. Selim İsveç ile bir anlaşma yaparak Rusya’ya karşı bir müttefik kazanmıştı. Ancak Rusya Bükreş ile Küçük Eflâk’ı almış, ardından da Belgrat ve Bender düşmüştü. 1790’da Avusturya İmparatoru II.Joseph ölünce iç ayaklanmalar baş göstermiş ve Fransız ihtilalinin etkileri bu ülkede de hissedilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine yeni İmparator II.Leopold, Ziştovi anlaşmasını imzalayarak Osmanlılarla olan savaşı sona erdirdi (1791). Bu anlaşma mevcut statükoyu muhafaza eden maddelerden ibaretti. Rusya ile de, İspanya’nın aracılığıyla Yaş Barış Antlaşması imzalandı (1792). Rusya’nın savaş sırasında işgal ettiği yerlerden sadece Özi, anlaşmayla verilmiş oluyordu. Hem Avusturya hem de Rusya bu anlaşmalarla, Fransa ve Lehistan’daki gelişmelere dikkatlerini verirken, Osmanlı Devleti de gerekli ıslahatları yapmak için bir soluklanma zamanı bulabilecekti.

6-  19. y.y. Osmanlı Devleti’nde Islahat Çabaları 
a- Nizam-ı Cedit
İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim bu barış döneminden faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı’nı kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedid denilen bu orduyu batılı tarzda düzenleyip, başarısını kanıtlamak gerekliydi. Ancak bundan sonra Yeniçeri Ocağı lağvedilebilirdi. Fakat kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe duyan Yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı çıktılar ve isyan ettiler. Üstelik bu arada Napolyon Bonapart, bir orduyla Mısır’ı işgale başlamıştı (1798). Osmanlılar, Rusya, İngiltere ve Sicilya’nın da menfaatlerine dokunan Fransız işgaline karşı harekete geçti. Ehramlar savaşıyla, Mısır’ı ele geçirip, kuzeye yönelen Bonapart, Akka’da Osmanlı savunmasını geçemedi (1799).  Kuşatmayı kaldıran Napolyon geri dönerken, yerine bıraktığı ordu komutanları da mağlûp edildiler. Neticede Fransızlar Mısır’ı terk etmek zorunda kaldı(1801). Fransa’yı barışa zorlayan önemli bir sebeplerden birisi de, Akdeniz’de Rus ve Türk donanmalarının iş birliği yapmaları, İngiltere’nin  Fransız savaş ve ticaret gemilerini taciz etmesiydi. Fransa’nın Akdeniz ve Orta Doğu’daki ticarî menfaatlerinin zedelenmesi onları barışa zorlamaktaydı.

1802’de imzalanan anlaşmayla Fransa bölgede yine ticaret yapma güvencesi almış ve kapitülâsyon hakkını elde etmiştir. Bu olayı bahane ederek Akdeniz’e inen Rus donanması, Osmanlı donanmasıyla birlikte Fransa’nın elindeki bazı adaları ele geçirmiş idi. Fakat halk, ebedî düşman olarak gördüğü Rusya ile iş birliği yapılmasına büyük tepki göstermiş ve bunun sonunda III. Selim’e ve ıslahatlarına karşı cephe genişlemişti. Üstelik Napolyon’un, Orta Doğu’da Araplara yönelik propagandasının da etkisiyle bölgede bazı isyanlar çıkmıştı. Böylece Bulgaristan ve Sırbistan’da çıkan isyanlara bir de Suriye’de ve Hicaz’da çıkan isyanlar eklenmiş oluyordu. Vehhabiler ayaklanarak, 1803-1804’te Mekke ve Medine’yi ele geçirmişlerdi. Osmanlıların tekrar Fransa ile yakınlaşmaları, İngiliz ve Rusları harekete geçirmiş ve sonunda Rusya Eflak ve Boğdan’ı işgal etmişti. Bu savaş sürerken Nizâm-ı Cedit’in Rumeli”ye de kaydırılmasından memnun olmayan isyancılar Şehzade Mustafa’nın tahrik ve teşvikiyle birleşerek İkinci Edirne Vak’ası denilen büyük bir ayaklanma başlatmışlardı (1806). Neticede İstanbul’da patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı III. Selim’in sonunu hazırladı. Saraya giren isyancılar III. Selim’i tahttan indirerek yerine IV. Mustafa’yı tahta geçirdiler (29 Mayıs 1807). Nizâm-ı Cedid lağvedildi. Fakat III.Selim’e bağlı olan Ruscuk bayraktarı Mustafa, yenilik taraftarlarıyla birleşerek, karşı darbede bulundu. Amacı III. Selim’i yeniden tahta çıkarmaktı. IV. Mustafa’nın, sabık padişahı öldürttüğünün öğrenilmesi üzerine, kardeşi II.Mahmut başa geçirildi (28 Temmuz 1808).

Alemdar Mustafa Paşa sadareti üslenerek, III. Selim’in başlattığı ıslahatları devam ettirmeye çalıştı. Nizâm-ı Cedit’i,ekbân-ı Cedit adı ile yeniden canlandırdı. Ancak ulemayı ve yeniçerileri memnun edemeyen Alemdar Mustafa Paşa, 1809’da çıkan bir isyanda öldü.

1- II.Mahmut ve Islahat Hareketleri;

  1. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti’nin yol ayrımına girdiği bir dönemi ifade eder. II.Mahmut, öncelikle orduyu baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı.Yeniliklere karşı çıkan Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan kaldırıldı. Vak’a-yı Hayriye olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni bir ordu oluşturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun eğmeyerek isyan ettiler. Sadrazam’ın sarayını basan yeniçeriler sadrazamın ve ıslahatçıların başlarını istediler. Ancak At Meydanı’nda toplanan yeniçeriler dağıtıldı, ocakları bombalandı. Böylece Avrupa tarzında yeni bir ordunun kurulması yönündeki en büyük engel ortadan kaldırılmış oluyordu. II. Mahmut hükûmet teşkilâtında da değişikliklere giderek kabine ve nezaret (bakanlık) usulünü benimsedi. 1836 yılında Dahiliye ve Hariciye Nazırlıkları kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile ticarî anlaşmalar yapıldı. İktisadî ve adlî sistemde değişikliklere gidildi. Avrupa tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da ıslahatlar gerçekleştirildi.  Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulunduğu zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki parçalanma II.Mahmut döneminde daha da hissedilir hale geldi.

2- Sırp ve Yunan İsyanları;
Fransız İhtilâli’nin getirdiği milliyetçi fikirlerle temellendirilen ancak, daha ziyade arkasında Rusya ve diğer Avrupa devletlerinin teşvik ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar bu dönemde alevlendi. III.Selim zamanında isyan eden Sırplar, 1812 Bükreş Antlaşması ile bazı imtiyazlar almalarına rağmen, yeniden ayaklandılar. Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı tarihlerde Sırplarla kısmî bir anlaşmaya varıldı. Ancak 1830’da bir hatt-ı şerif ile Sırbistan’ın Osmanlı hâkimiyetinde bir prenslik olarak varlığı kabul edildi. Rusya’nın XIX. yüzyıla girerken Osmanlıya karşı sürdürdüğü savaşların altında Balkanları ve özellikle Rumları Osmanlı Devleti’nden koparmak yatıyordu. Nitekim Odessa’da yeniden örgütlendirilen Etnik-i Eterya adlı cemiyetin başkanlığına Yunan İsyanı sırasında Çar I.Alexsandre’ın yaveri Prens İpsilanti getirilmişti. Yapılan plana göre Yunanistan, Yanya ve Tuna civarında isyanlar çıkarılacaktı. İpsilanti 1821’de Romanya’ya geçerek Ortodoksları ayaklandırmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. Çar, Türklere yenilerek Macaristan’a kaçacak olan İpsilanti’yi desteklemekten vazgeçti. Bu sırada Mora’da da Patras başpiskoposu isyan etmişti (25 Mart 1821). 1822’de Yunanlılar bağımsız olduklarını ilân ettiler, Mora’da ve adalarda çok sayıda Türk’ü katlettiler. Rusya ve Avrupa bu isyanı gayriresmî yollardan desteklemekteydiler.

Girit ve Mora valiliğinin kendisine verilmesini II.Mahmut’a kabul ettiren Mehmet Ali Paşa bu isyanı bastırmakla görevlendirildi. 1822’de Girit’e, 1824-25’te Mora’ya girildi. Bu gelişme karşısında Rusya, Fransa ve İngiltere aralarında anlaşarak (1827), Yunanistan’ın özerk bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlıları sıkıştırmak istediler. Türkler bu olayı iç işlerine müdahale olarak kabul edip, teklifi reddetti. Bunun üzerine  Osmanlı ve Mısır donanması Navarin’de, bir kaza sonucu(!), yok edildi. Üç ülkeyle ilişkiler kesildi ve 1828’de Rusya, müttefiklerinin desteğiyle Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti. Rus ordusu doğuda Erzurum’u ele geçirdi. Batıda ise Edirne işgal edildi.  Padişah, Prusya, Fransa ve İngiltere elçilerini araya sokarak, Londra Protokolünü kabul edeceğini bildirdi. Böylece Edirne Antlaşması(1829) ve ardından Londra Konferansı (1830) imzalandı. Antlaşma ile Prut iki ülke arasında sınır oluyor, Eflâk, Boğdan ile Sırbistan’ın özerkliği kabul ediliyordu. Girit’in Osmanlılarda kalması şartıyla   Yunanistan’ın bağımsızlığı da tasdik ediliyordu.

3- Mehmet Ali Paşa İsyanı ve Mısır Meselesi;
Mora’nın elden çıkmasıyla, oğlu İbrahim’in Mora valisi olma ümidini kaybeden Mısır Valisi M.Ali Paşa, II.Mahmut’tan, yardımlarına karşılık, Suriye’nin idaresini istedi. Bu isteğin reddedilmesi üzerine M.Ali Paşa harekete geçti ve Filistin ile Suriye’ye girdi (1831). Akka ve Şam, oğlu İbrahim tarafından ele geçirildi. İbrahim Paşa, kısa zamanda Anadolu’ya kadar ilerledi.

Konya yakınlarındaki savaşta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Her birinin ayrı hesabı olduğu büyük devletler, telâşlanarak araya girmek istediler.  Fransa ve İngiltere’nin anlaşamaması üzerine, Rusya durumdan faydalandı. Zor durumdaki I.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasının İstanbul yakınlarına gelmesine müsaade etti. Rusya’nın kârlı çıkmasından endişelenen Fransa ve İngiltere, II.Mahmut ile anlaşma yapması için M.Ali Paşa’ya baskı yaptılar. Neticede Kütahya Antlaşması imzalandı (1833). Bu anlaşmayla, Mehmet Ali Paşa, Mısır ve Girit’ten başka Şam ve oğlu İbrahim de, Cidde valiliği yanı sıra Adana’yı uhdelerine alacaklardı. Rusya, yardımlarına karşılık II.Mahmut ile Hünkar İskelesi Antlaşması diye bilinen bir anlaşma yaparak, İstanbul’daki durumunu kuvvetlendirmeyi başardı (1833). Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün garantisi ve gereğinde Osmanlının yardımına koşulması karşılığında Rusya, Boğazların bütün yabancı savaş gemilerine kapatılmasını kabul ettiriyordu. II.Mahmut, Kütahya anlaşmasından memnun değildi. Bu sebeple M.Ali Paşa’ya karşı yeniden harekete geçti. Fakat Osmanlı ordusu Nizip’te bir kez daha yenildi (1839). Üstelik Kaptan Paşa, Osmanlı donanmasını Mısır’a teslim etmişti. Bu arada II. Mahmut ölmüş ve yerine I.Abdulmecit geçmişti (1839-1861).

4- Mısır Meselesi’nin Çözümü ve Boğazlar Meselesi;
Rusya’nın Hünkar İskelesi Antlaşmasına dayanarak duruma tek başına müdahale etmesini uygun bulmayan İngiltere ve Fransa yeniden devreye girdiler. Avusturya ve Prusya’nın da katılmasıyla Londra’da bir konferans toplandı (1840).  Toplantıda Mehmet Ali Paşa’nın veraset yoluyla Mısır valiliğine sahip olması karşılığında, Suriye’den ve elinde tuttuğu Osmanlı donanmasından vazgeçmesi istendi. Konferans kararlarını M.Ali Paşa’nın tanımaması üzerine İngiltere Suriye limanlarını donanması ile topa tuttu. Nihayet M.Ali Paşa durumu kabul etti. I.Abdulmecit de iki ferman yayımlayarak onun valiliğini onayladı.

Ardından İngiltere kendileri aleyhine olan Hünkar İskelesi Antlaşması’nın yürürlükten kaldırılmasını öngören uluslararası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Londra Antlaşması ile (Temmuz 1841), İstanbul ve Çanakkale boğazları’nın barış zamanında savaş gemilerine kapalı tutulmasının kararlaştırıldığı bir Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Böylece İngiltere, Rusya’nın elinden inisiyatifi almış oluyordu.

b-Tanzimat Dönemi 
Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı Devleti’nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya’nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı Devleti’ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya zorlamaktaydı. Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere gidilmesi düşünülmekteydi. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafından tasdik edilmişti. 3 Kasım 1839’da I.Abdülmecit “Gülhane Hatt-ı Hümayunu”nu ilan ettirdi.

Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa tarzına öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu şekilde Avrupa devletlerinin en azından bazılarının, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat  gelişen siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir.

1- Şark Meselesi ve Kırım Savaşı;
Tanzimat döneminde nispeten sağlanan barış ortamı, Rusya’nın müdahalesiyle tekrar bozulmaya başladı. Balkanlarda panislavist bir politika izleyen Rusya, aynı zamanda “Kutsal yerler sorunu”nu ortaya atarak, doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin varlığını hedef almaktaydı.  Avrupalılar tarafından “Şark Meselesi”, önceleri Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün sağlanması şeklinde düşünülürken, daha sonra bu toprakların paylaşımı sorunu hâline dönüştürüldü. Çünkü Osmanlı Devleti artık bir “hasta adam” idi. Ancak R.Mantran’ın da ifade ettiği gibi, hasta, kendisini iyileştirmeyi amaçlamayan doktorların insafına kalmıştı. Onlar, Avrupa’nın hasta adamının mirasını paylaşma telâşındaydı.
Küçük Kaynarca antlaşması’ndan sonra Osmanlı topraklarındaki Ortodokslar’ın haklarını koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli  “kutsal yerler”in korunması ve idaresi hususunu da gündeme getirdi. Fransızlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarına Kudüs Kilisesi üzerinde bazı haklar tanınmıştı.

1808’den itibaren Rusya’nın baskıları neticesinde onların yerini Ortodoks papazlar almaya başladı. Fransa’nın ve Rusya’nın 1850-51’de Bab-ı Ali’ye bu durum hakkında yaptıkları müracaatlar, kurulan komisyonlarda değerlendirildi ve bazı kararlar alındıysa da hiçbirini memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, İngiltere’ye Osmanlı Devleti’ni aralarında paylaşmayı teklif etti ve İngilizlerin sessizliğini koruması üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan’a çıkarttı. Rus elçisi Mençikof’un aşırı tavizler içeren teklifini reddeden I.Abdülmecit, İngilizlere yakın olan Mustafa Reşit Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853’te, Prut’u geçerek, Eflâk ve Boğdan’ı istilâ ettiler. Osmanlı Devleti, Fransa ve  İngiltere ile ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifaka Avusturya ve İtalyan birliğini kurmaya çalışan Piyemento hükûmeti de katıldı. İttifak donanması Çanakkale’de mevzilenmişti. Durumdan endişelenen Rusya, askerlerini geri çekmeye başladı. Müttefikler, Rusya’nın Karadeniz’deki gücünü ortadan kaldırmak için, Kırım’a yöneldiler. Rusların en büyük üssü olan Sivastopol, bir yıl süren bir kuşatmanın ardından ele geçirildi (1855).

Bu sırada tahta oturan II.Alexandre, barış yapmayı kabul etti. Müttefiklerin yanı sıra Prusya’nın da katıldığı Paris Antlaşması ile (30 Mart 1856), taraflar işgal ettikleri bölgelerden çekilecek, Osmanlıların toprak bütünlüğü ve Boğazların statüsü, Avrupa’nın “kefilliği” altında korunacaktı. Osmanlıların Avrupa Konseyi’ne dahil edilmesi karşılığında ise, sultan yeni bir ıslahat fermanı irat edecekti. Bu madde ve Karadeniz’in tarafsızlığının kabulü, savaşın galibi durumundaki Osmanlılardın aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve Boğdan’ın birleşmesi ve Sırbistan’a yönelik yeni haklar da Paris Antlaşmasıyla tescil edilmişti.

c-Islahat Fermanı : 
Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana’da bir araya gelen İngiltere, Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir fermanı sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris Antlaşması müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I.Abdülmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat 1856). Tanzimat’la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa’ya garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu değişiklikler, idari yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868’de Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye kurularak buralarda hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı ile getirilen düzenlemelerin uygulanması daha çok I.Abdülaziz’in tahta çıkması (1861-1876) ile gerçekleşebilmiştir.

Paris Antlaşmasına imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı için Islahat Fermanı’nı, Osmanlı Devleti’ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmışlardır. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik Marunilere saldırmasını bahane ederek Lübnan’a asker çıkarmış ve 1871’e kadar orada kalmıştır. Karadağ’da çıkan bir anlaşmazlık yine büyük devletlerin aracılığı ile halledilmiştir (1862). Güçlü devletler tarafından teşvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan toplulukları, çıkardıkları isyanlar bastırılsa dahi, Osmanlı Devleti’nden yeni haklar elde etmeyi başaracaklardır. Örneğin Sırplar ve Bulgarlar yeni haklar elde etmiş, Eflâk ve Boğdan’ın Romanya adı altında birleşmeleri kabul edilmiştir. Muhtariyet hakları genişletilen Mısır’da, İngiliz-Fransız nüfuz mücadelesi kızışmış, III. Napolyon’un teşebbüsü üzerine, Abdülaziz istemediği hâlde Süveyş Kanalı projesini kabul etmek zorunda kalmış ve kanal 1869’da büyük bir törenle açılmıştır.

d- I.Meşrutiyet Dönemi: 
Avrupa devletleri ve özellikle Rusya’nın kışkırttığı topluluklar, bağımsızlıklarını ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866’da Girit İsyanı çıktı. Yunanistan’a bağlanmak amacıyla başlayan isyan bastırılmasına rağmen, Avrupa devletleri araya girerek sultanın Girit’e yeni bir statü vermesini sağladılar (1868).  Rusya tarafından oluşturulan komitalar vasıtasıyla Bulgarlar ayaklandırıldı. Onlara da geniş haklar verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna ve Hersek’teki karışıklıkların ardından yeniden ayaklandılar (1875-76).

Bulgar isyanı sert biçimde bastırıldı. Fakat bu sırada Genç Osmanlılar, Abdülaziz’e başlattıkları muhalefeti, mücadeleye dönüştürdüler. Nihayet Mithat Paşa’nın öncülüğündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz’i tahttan indirerek yeğeni V.Murat’ı başa geçirdiler(30 Mayıs 1876). Ancak hastalığı sebebiyle üç ay sonra o da tahttan indirilerek,  Kanun-ı Esasi’yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdülhamit Osmanlı tahtına  çıkarıldı.

Bu arada Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne baskı kurmasını kendi menfaatine  aykırı gören İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için İstanbul’da uluslar arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı. İstanbul Konferans çalışmalarını sürdürürken II.Abdülhamit Meşrutiyet’i ilân etti (23 Aralık 1876). Kurulacak Meclis-i Mebusan’da bütün topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarşi, İstanbul Konferansı’nın toplanış sebebini tamamen ortadan kaldırmasına rağmen, konferansa katılan devletler, Balkan topluluklarının bağımsızlıklarını istediklerinden bir sonuca varılamadı. Osmanlı Devleti’nin çağrılmadığı Londra’da toplanan bir başka konferansta, büyük devletler isteklerini  tekrarladılar.  Rusya, Osmanlı Devleti’ne alınan kararları kabul ettirmek için savaş ilân etti.(Nisan 1877). Tarihimizde “93 Harbi” diye bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, askerî ve siyasî bakımdan önemli sonuçlar doğurmuştur.

Kanun-ı Esasi’nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi’nden ibaretti. Londra Konferansı’ndan önce çalışmaya başlayan bu meclis, hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi’nin sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları çalışmaları sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı. Nitekim Gazi Osman Paşa’nın büyük bir kahramanlık göstererek 5 ay savunduğu Plevne’yi aşan Ruslar, Yeşilköy’e kadar ilerlemişlerdi. Doğu’da ise ancak Erzurum önlerinde durdurulmuşlardı.Meclis savaşın gidişatından hükûmeti ve padişahı sorumlu tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi. II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve bazı mebuslarla yaptığı toplantıdan bir sonuç alamayınca, Kanun-ı Esasi’nin kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878). Bu I.Meşrutiyet’in sonu demekti.

Berlin Kongresi ve Balkanlardaki Gelişmeler;
İstanbul önlerine kadar gelmiş olan Rusya ile Yeşilköy (Ayastefanos) Antlaşması imzalandı (3 Mart 1878). Bu anlaşmayla, sözde Osmanlı’ya bağlı Dobruca, Doğu Makedonya ve Trakya’yı içine alan Büyük Bulgaristan Prensliği kuruluyor; Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarına kavuşuyordu. Ancak, Rusya’nın genişlemesinden rahatsızlık duyan Avrupa devletlerinin araya girmesiyle bu anlaşma hükümleri yürürlüğe giremedi. İngiltere donanmasını harekete geçirdi. Osmanlı Devleti ile yaptığı bir anlaşmayla Kıbrıs’a yerleşti ( 4 Haziran 1878). Araya giren Bismark, ülkesinde bir konferansa ev sahipliği yaparak hem muhtemel bir savaşı önlemek hem de Almanya’nın menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya ve Rusya’nın da katıldığı Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878’de imzalanan bir anlaşmayla son buldu. Bu anlaşma, artık Rusya’nın yanı sıra, diğer devletlerin de parçalamaya çalıştıkları Osmanlı’dan, kendi paylarını alma anlaşmasıydı. Berlin ve Ayestafanos antlaşmalarında öngörüldüğü gibi, Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsızlığı onaylandı. Bulgaristan üç bölüme ayrıldı. Bulgaristan Prensliği haricinde müstakil bir Doğu Rumeli eyaleti oluşturuldu.  Girit’in statüsüne benzer bir statüyle Makedonya, Osmanlı Devleti’nin elinde kaldı. Yunanistan Tesalya ve Epir’in bir bölümünü aldı.

Bosna-Hersek, Avusturya tarafından işgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum’a sahip oldu. Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ni paylaşma ve ortadan kaldırma arzularının bir neticesi idi. Balkanlarda büyük devletlerin inisiyatifiyle ortaya çıkan küçük devletçikler, bölgede o dönemden günümüze kadar ulaşan siyasî ve etnik çatışmaların piyonları olmaktan öteye gidemediler. Nitekim Avusturya’nın ve Rusya’nın Balkanlarda nüfuzlarını artırmaları, Balkan Savaşları ve I.Dünya Savaşı’nın çıkmasına yol açacaktır.

Berlin Kongresi’nin sonuçları kısa zamanda ortaya çıkmaya başlamıştı.  Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasına dahil ettiği Cezayir ile Tunus arasındaki sınır problemini bahane ederek, Tunus’u işgal etti (1881). Fransa ile İngiltere arasında çekişmeye sahne olan Mısır’da, Hidiv İsmail Paşa’ya karşı başlatılan bir askerî ayaklanma ile ortaya çıkan durum İstanbul’da görüşülürken, İngilizler İskenderiye’yi topa tuttu. Osmanlıların karşı çıkmalarına rağmen İngilizler Mısır’ı ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensliği, Doğu Rumeli’de çıkan isyanı değerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altına aldı. Osmanlı Devleti Rusya’nın baskısı sonunda, Kırcaali ve Rodop dışındaki Doğu Rumeli Valiliği’nin Bulgar Prensliği’nin idaresine geçmesini kabul etmek zorunda kaldı (1886). İkinci Meşrutiyet’in ilânı sırasında ise Bulgarlar bağımsızlıklarını ilân ettiler (1908). Bulgar, Yunan ve Arnavutların hak iddia ettiği Makedonya’da çıkan olaylar Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Fakat, Rusya ve Avusturya devreye girerek Osmanlı hâkimiyetindeki Makedonya’da, ülkelerinden iki gözlemcinin görev yapmasını sağladılar (1893). Megalo İdea adını verdiği Bizans’ı diriltme çabasındaki küçük Yunanistan, 1896’da çıkan isyanı bahane ederek Girit’i ilhaka yeltendi (1896). Osmanlılar Dömeke Meydan Savaşı ile Yunanlıları büyük bir bozguna uğrattılar (1897). Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile İstanbul’da toplanan bir konferans ile Girit’te valiliğine Yunan kralının oğlunun getirildiği özerk bir yönetim kurulması, adanın fiilen Yunanistan’a bırakılması anlamına geliyordu.

93 Harbi’nden sonra sun’i bir Ermeni Meselesi ortaya çıkarılmıştı. Osmanlı Devleti’ne bağlılıkları sebebiyle “millet-i sadıka” olarak adlandırılan Ermeniler, önceleri Doğu Anadolu’yu ele geçirmek isteyen Rusya ve ardından İngiltere tarafından kullanılmaya başladılar. Hınçak ve Taşnak tedhiş örgütlerini kurarak, İstanbul ve taşrada terör yaratan bazı Ermeniler özellikle İngilizler tarafından destekleniyorlardı. Doğu’da hiçbir zaman çoğunluk olamayan Ermenilere kurdurulacak bir devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Doğu’ya sızabilecekti. İngiliz himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi.  Her iki tarafında kullandığı Ermeniler 1889’dan itibaren tedhişe başladılar. Van, Erzurum ve Bitlis’te çıkan olaylar bastırıldı. Ardından başkentte Osmanlı Bankası’na kanlı bir baskın yaparak bankayı işgal ettiler. II.Abdülhamit’e yönelik bir suikast teşebbüsünde bulundular. I.Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında da Ermeniler devlet aleyhine faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.

e-II. Meşrutiyet Dönemi:
I.Meşrutiyet’in kaldırılmasından sonra II.Abdülhamit içte ve dışta meydana gelen olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim sergilemeye başlamıştı.  Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık  muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı. Osmanlılık fikrinin temsilcisi olan Sadrazam Midhat Paşa 1881’de ölüm cezasına çarptırılmış, sonra affedilerek,  Arabistan’a sürgüne gönderilmiş ve 1883’te öldürülmüştü.  Ali Suavi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi kişiler de sultan tarafından bertaraf edilmişlerdi. Ancak devletin içinde bulunduğu güç durum onların başlattığı muhalefetin güçlenerek büyümesine zemin hazırlamaktaydı. Balkanlardaki çalkantıların yanı sıra Osmanlı Devleti iktisadî açıdan da çok zor durumda idi. Devlet iç ve dış borçlarını kapatabilmek için batılıların elindeki Osmanlı Bankası ile malî bir anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı (1879 ve 1881). Buna göre banka mali yardımları karşılığında, devletin bazı gelirlerini devralıyordu. İngiliz ve Fransızların kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-ı Umumîye İdaresi Osmanlı ülkesini âdeta bir sömürge hâline getirecektir.

Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde faaliyet gösteren Meşrutiyet taraftarları, İstanbul’da İttihad-ı Osmani derneğini kurmuşlar ve bu dernek 1894/95’te İttihat ve Terakki Cemiyeti adını almıştı. Selanik’te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı devletini ancak Kanun-ı Esasî’nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey’in Resne’de isyan ederek dağa çıkmaları ve Rumeli’de halk tarafından büyük bir destek bulmaları üzerine II.Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet’i ilân etti ((23 Temmuz 1908).

17 Aralık 1908’de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı. Ancak bu gelişmeler esnasında Bulgaristan bağımsızlığını elde etmiş ve Girit meclisi Yunanistan’a ilhak kararı almıştı.  İşgal altındaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafından fiilen ilhak edilmişti (5 Ekim 1908) Millî bir politika izlemeyi amaçlayan İttihatçılar, olumsuz gelişmelerin de etkisiyle gittikçe otoriter bir idare oluşturmaya başlamışlardı. Bundan faydalanmak isteyen Meşrutiyet aleyhtarları, bazı Avrupa devletlerinin de kışkırtmasıyla isyan ettiler. İstanbul’daki Avcı Taburları’nın 13 Nisan 1909’da başlattıkları isyan sırasında pek çok İttihatçı öldürüldü. II.Abdülhamit olayları önleyemedi.

Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa komutasındaki ordu Selanik’ten yola çıktı. Harekat Ordusu adı verilen bu ordunun kurmay başkanı Mustafa Kemal idi. Harekat Ordusu, kısa sürede duruma hâkim olarak isyanı bastırdı. İsyandan sorumlu tutulan II.Abdülhamit, şeyhülislâmdan alınan fetva ile meclis tarafından tahttan indirildi (27 Nisan 1909) ve kardeşi V. Mehmet Reşat yerine getirildi. V.Mehmed (1909-1918) devlet idaresinde inisiyatifi İttihatçı hükûmete bırakmıştı. Yeni iktidar zamanında da felâketler birbirini takip etti. Osmanlı Devleti hızla dağılma devrine girmekteydi.

7-Trablusgarp Savaşları:
Osmanlıların iç işleri ve Balkanlardaki gelişmelerle uğraşmasını fırsat bilen İtalyanlar, Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesi (1908), Arnavutların isyanı (1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan pay alabilmek için Trablusgarp’a asker çıkardı. (Eylül 1911). İtalyan donanması denizden, İngilizler ise Mısır’ı ellerinde bulundurduğundan karadan, Osmanlıların bölgeye asker göndermesini imkânsız hâle getirmişti. Bu sebeple Osmanlı hükûmeti gizlice Türk subaylarını bölgeye göndererek mahallî bir direnişi örgütleme yolunu seçmişti. Derne ve Tobruk’da Mustafa Kemal, Bingazi’de ise Enver Paşa İtalyanlara karşı büyük başarılar kazandı. Savaşı kazanamayacağını anlayan İtalya, Osmanlıları barışa zorlamak için Oniki Ada’yı işgal etti. Ancak bundan ziyade Balkanlarda başlayan savaş Osmanlıların barışı imzalamaya zorladı. Uşi Antlaşması ile İtalyanlar işgal ettikleri yerleri muhafaza ettiler (1912)

8-Balkan Savaşları:
Türk-İtalyan Savaşı’nın başladığı sırada Balkan devletleri aralarındaki anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak, Osmanlı Devleti’ne karşı bir ittifak oluşturdular. Rusya’nın mimarlığında gerçekleşen  Bulgar-Sırp ittifakına daha sonra Yunanistan ve Karadağ da katıldı (1912). Karadağ ile başlayan savaşa 18 Ekimde diğer Balkan devletleri de iştirak etti. Bu sırada Osmanlı askerleri, subayların bir kısmının politik çekişmelerle meşgul olmasından dolayı dağınık bir hâldeydi. Bunun sonucunda Balkan devletleri, Osmanlılar karşısında kendilerinin de beklemediği bir zafer kazandılar. Yunanlılar Ege adalarını ele geçirdiler. Sırplar Kumanova’da üstünlük sağladılar. Sırpların denize çıkmalarını önlemek için Avusturya’nın desteği ile Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti (28 Kasım 1912).

Bulgarlar ise Edirne’yi ele geçirerek Çatalca’ya kadar ilerlediler. (19 Kasım 1912).  16 Aralıkta Londra’da başlayan görüşmeler bir ara iktidardan düşen İttihatçıların yeniden iş başına gelmesi üzerine kesilmişti. Nihayet  Mayıs ayında Londra Antlaşması imzalanarak I.Balkan Savaşı sona erdi. Gelibolu Yarımadası hariç Trakya, Bulgaristan’a verildi. Makedonya’nın büyük bir kısmı Yunanistan ve Sırbistan arasında paylaşıldı. Özellikle Makedonya’nın paylaşımı Bulgarları rahatsız etmekteydi. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karşı ittifak oluşturdu. Bu ittifaka Romanya da katıldı. Bulgaristan ile bu ittifak savaşa girince, durumdan faydalanmak isteyen Osmanlı Devleti de Bulgar işgalindeki toprakları geri almak için harekete geçti. Kırklareli ve Edirne kurtarıldı. II.Balkan Savaşı, tarafların imzaladığı Bükreş Antlaşması ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan İstanbul Antlaşması ile, Meriç nehri iki ülke arasında sınır oldu.

Bulgaristan’daki Türklerin hakları belirlendi (29 Eylül 1913). Yunanistan ile imzalanan Atina Antlaşması ile ise Girit’in Yunanistan’a bırakılması kabul edildi (14 Kasım 1913). Büyük devletler bu anlaşmalardan sonra Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Bozcaada ve İmroz’u Osmanlılara geri verdiler. Balkan Savaşları, Balkanlardaki Türk varlığının büyük bir kıyıma uğramasına sebep olmuştur. Yüz binlerce Türk savaşlar sırasında ve sonrasında aç ve yokluk içinde buradan göç etmek zorunda kalmıştır.

9- I.Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin Yıkılışı:
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi ile (21 Haziran 1913), İttihat ve Terakki Fırkası, hükûmetin idaresini tamamen ellerine geçirmişti. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış politikasını belirlemede en etkili nazırlardı. Balkan savaşlarından sonra, ordu ve donanmayı güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanlı Devleti, dış siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek ihtiyacını hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarını korumak veya genişletmek maksadıyla siyasî, askeriî ve iktisadî açıdan ittifaklar oluşturmaktaydı. İngiltere ve Fransa’ya nazaran sömürgeciliğe geç başlayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Doğu’da nüfuz sahasını genişletmek istiyor ve Osmanlı Devleti’ne bu maksatla yakın durmayı yeğliyordu.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da, Balkanlarda Panislâvizmi gerçekleştirmeye çalışan Rusya’ya karşı Almanlarla iş birliği içindeydi. İngiltere ve Fransa tarafından pay edilmiş Kuzey Afrika’da gözü olan İtalya da bu ittifaka yakındı. Dolayısıyla Almanya önderliğindeki Üçlü İttifak’ın (Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya) doğal rakibi,  İngiltere’nin öncülüğündeki Fransa ve Rusya’dan oluşan Üçlü İtilâf (Anlaşma) devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahtı Ferdinand’ın, Sırbistan ziyareti esnasında bir Sırp tarafından öldürülmesi (28 Haziran 1914), bu iki cepheyi sıcak  savaşa sokmaya yetti.  Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD İtilaf Devletleri, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti ise İttifak devletleri safında bu savaşa girdiler.

Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere ve Fransa’ya yakın bir politika izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de İtilaf Devletleri’nin buna sıcak bakmaması,  Osmanlıları Almanya’ya yanaştırmaktaydı. Özellikle Enver ve Talat Paşalar, Osmanlı Devleti’nin yeniden silkinmesi ve kaybettikleri toprakları kazanabilmesi için Almanya’nın yanında yer almayı uygun buluyorlardı. Hükûmet başlangıçta tarafsız kalmayı tercih etmişti. Almanların II.Abdülhamit devrinden itibaren Osmanlı Devleti’nin yenileşme çabalarına katkıda bulunması ve bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanların varlığı, İtilaf Devletleri’nin, Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalamayacağı şüphesini artırıyordu. Bu tutum, dolayısıyla Almanya yanlılarının tezini kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Paşa’nın öncülük ettiği bu grup, Almanların yanında savaşa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege’de kaybedilen toprakların geri alınabileceği ve Osmanlı Devleti’ni nefes alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-ı umumîden kurtulunabileceğini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya’ya ait  Goben ve Breslav zırhlılarının Türk bayrağı çekilerek, Rus limanlarını bombalaması, Osmanlı Devleti’nin Almanya safında savaşa girmesine vesile olacaktır (1 Kasım 1914).

Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı’nda tam yedi cephede mücadele etti;
Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanlı askerleri büyük bir kahramanlık örneği gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savaşı sürdürmek, zor şartlar içerisinde bulunan Osmanlı Devleti için çok güçtü. Enver Paşa’nın kumanda ettiği Kafkas Cephesi’nde Osmanlılar büyük zayiat verdiler. Doğu Anadolu ve Trabzon düştü. Kanal (Süveyş) cephesinde ise Cemal Paşa, Fransız ve İngilizlere başarıyla direndi. Hicaz ve Yemen’deki Osmanlı birlikleri, destek görmemelerine rağmen, kutsal yerleri korumak uğruna, harbin sonuna kadar Şerif Hüseyin ve İngilizlere karşı koydular. Basra’ya çıkan İngilizler Kuttü’l-Amare’de büyük bir bozguna uğradılar. Komutanları General Townshend esir edildi (29 Nisan 1916) Ancak, 1918’de yeni birliklerle saldıran İngilizler, ihanet eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Basra’da olduğu gibi, Suriye’de de saldırılarını artırdılar. M.Kemal, Halep’te bir savunma hattı oluşturdu. Galiçya, Makedonya ve Romanya’da Osmanlı birlikleri, Avusturya ve Bulgaristan’a yardımcı olmak için büyük bir özveriyle savaştılar. Türkler, en büyük direnmeyi Çanakkale’de gösterdiler. İtilaf Devletleri 19 Şubat 1915’den itibaren muazzam bir donanma ve yüz binlerce askerle saldırıya geçtiler. 18 Mart’ta İtilaf donanmasına ait pek çok gemi batırıldı. Ardından Gelibolu Yarımadası’ndaki Settü’l-Bahir ve Arıburnu’na asker çıkararak, karadan da saldırıya geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katıldığı kara savaşları, tam bir ölüm kalım savaşı oldu. .Kemal’in de büyük bir askerî deha olarak ortaya çıktığı bu savunma karşısında İtilaf Devletleri geri çekilmek zorunda kaldı.

Bütün dünyaya öğretilen “Çanakkale Geçilmez” sözü, 250 bin Türk evlâdının şehit kanıyla yazılan bir büyük destan oldu. İtilaf Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya’nın yardım  alma ümitlerini suya düşürmüş ve bunun neticesinde gerçekleşen Bolşevik İhtilâli, Çarlık Rusyası’nın sonu olmuştur. Rusya’nın savaştan çekilmesi üzerine 7 Aralık 1917’de imzalanan anlaşmayla  Doğu cephesinde Türk-Rus Savaşı sona ermiştir.

Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı’nda yedi düvele karşı muhteşem bir mücadele sergilemiştir. Ancak 29 Eylül 1918’de Bulgaristan’ın teslim olması  Osmanlılar ile Almanya arasındaki irtibatın kesilmesine yol açmıştır. Müttefiklerinin savaştan yenik ayrılmasıyla birlikte Osmanlılar da ateşkes anlaşmasını imzalamak durumunda kalmışlardır. İttihat ve Terakki Fırkası’nın hükûmetten çekilmesinin ardından kurulan Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki hükûmet, Bahriye Nazırı Rauf Bey başkanlığındaki bir heyeti Limni’nin Mondros limanına göndermiş ve Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalanmasıyla (30 Ekim 1918), Osmanlılar resmen savaştan çekilmişlerdir. Ateşkes anlaşmasıyla İtilaf Devletleri, Osmanlı ülkesini işgal etme hakkını elde etmişlerdir. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin fiilen paylaşılması demekti.

Nitekim, İngiliz, Fransız, İtalyan birlikleri bu anlaşmaya dayanarak Anadolu’da işgallere başlamışlar, Asırlarca Osmanlının hâkimiyetinde yaşayan Yunanlılar da, ağabeylerinin müsaadesiyle İzmir’e asker çıkarmışlardır (15 Mayıs 1919). İşgallere karşı Anadolu Türk’ünde büyük bir infial yaratmış ve 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasıyla, düşmana karşı “Milli Mücadele” başlamıştır. İtilaf Devletlerinin Sevr Anlaşması’nı İstanbul hükûmetine imzalatması (10 Ağustos 1920), Milli Mücadele’nin güçlenmesinden endişe eden düşmanların bir an önce Türk millî varlığını ortadan kaldırmayı amaçlamalarından başka bir şey değildi. Fakat bu anlaşma hükümleri hiçbir zaman uygulanamadı. Ankara’da açılan Milli Meclis’in iradesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunları bozdu. İstiklâl Harbi’ni kazanılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş oldu. Yeni Türk devleti “Millî Hâkimiyet” ilkesinin tabi^İ bir neticesi olarak 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırdı. Dolayısıyla bu tarih 622 yıl devam eden Osmanlı Devleti’nin de resmen sonu oluyordu.

 

 

TANZİMAT SONRASI OSMANLI AYDINLARINDA ÇAĞDAŞLAŞMA SORUNU VE ARAYIŞLAR**

Yrd.Doç.Dr. İlyas Doğan*

ÇAĞDAŞLAŞMA YA DA MODERNLEŞME KAVRAMI

Türk toplumunda çağdaşlaşma sorununun son üç yüz yıla damgasını vurduğu söylenebilir. Bunun nedenleri aşağıda ele alınacaktır. Ancak başlangıçta bir kavramlaştırmanın zorunlu olduğuna işaret edilmelidir. Çünkü çağdaşlaşma hep dilden düşmeyen ama içeriğinin de bir çırpıda ortaya konması mümkün olmayan muğlak bir kavram gibi algılanabilmektedir. Öncelikle belirtilmelidir ki çağdaşlaşma kavramına özdeş olmak üzere Türkçe’de “modernleşme”, “batılılaşma”, “sanayileşme” terimleri de kullanılmaktadır. Burada bu kavramların hangisinin daha uygun olduğu gibi sorun bu çalışmanın öncelikleri arasında değildir. Diğer yandan çağdaşlaşma literatürde çoğu zaman “geleneksel”in karşıtı olarak anlaşılmaktadır. Bununla beraber çağdaşlaşma ya da diğer bir ifadeyle modernleşme kavramını somutlaştırma gereği bulunmaktadır. Bu yapıldığı takdirde Türk toplumunda hem kültürel alanda hem de siyasal sistem alanında gerçekleştirilmeye çalışılan çağdaşlaşma daha anlaşılır hale gelebilecektir.

Çağdaşlaşmanın birkaç cümle ile tanımlamanın hiç de kolay olmadığı belirtilmelidir. Çağdaşlaşmayı tanımlamaya çalışırken çoğu zaman buna bir “süreç” olarak yaklaşılmaktadır ve bu sürecin farklı görünüm biçimleri “tasvir” edilerek bir sonuca varmaya çalışılmaktadır. Bu durum batılı ya da doğulu olmakla ya da olmamakla değil, çağdaşlaşmanın çok boyutluluğundan kaynaklanmaktadır. Örneğin Black çağdaşlaşma kavramını “son yüzyılların bilgi patlamasının sonucunda çağlık bir yenileşme sürecinin aldığı dinamik biçim” olarak tanımlamaktadır. Yazar yine kavramı tanımlamak amacıyla “tarih boyunca gelişmiş kurumların insanın bilgisindeki görülmemiş artışı yansıtan ve hızla değişen işlevlere uyarlanma” sürecini çağdaşlaşma olarak nitelemektedir. Yazar, çağdaşlaşma kavramının oluşumunun Avrupa uygarlığı kökenli olduğunun altını kuvvetle çizer. Bu açıdan çağdaşlaşma ilk olarak günümüz anlamında Batı Avrupa’da filizlenmiştir. 19.ve 20.yüzyıllarda bu coğrafyada meydana gelen bu bağlamdaki gelişmeler dünyanın diğer bölgelerini de etki altına almıştır. Bu nedenle “çağdaşlaşma” Black tarafından doğru olarak “sanayileşmeye eşlik eden siyasal ve toplumsal değişiklikler”in karşılığı olarak kullanılmaktadır. Son nokta Türk çağdaşlaşmasını doğru yorumlamak bakımından da günümüzde elde edilen toplumsal durum dikkate alındığında bir ölçüt olabilecek nitelikte gözükmektedir.

Çağdaş kelimesi köken olarak yakın tarihin bir ürünü olarak nitelenebilir. Buna rağmen kavramın kökenini Ortaçağ Latincesi dönemine kadar götürmek mümkündür. Bu dönemde “çağdaş” kavramı çeşitli dillerde yaşanan ve geçmişte yaşamış yazarları ayırt etmek için kullanılmaktaydı. Yedinci yüzyıla gelindiğinde “modernity”(çağdaşlık), “modernizers” (çağdaşlaştırıcılar) ve “modernization”(çağdaşlaşma) terimlerinin çoğu kez teknik anlamda kullanıldığına rastlanmaktaydı. Öte yandan Shakespeare başta olmak üzere bir çok İngiliz yazar ve düşünürü çağdaş sözcüğünü çoğu zaman “bayağı”, “basmakalıp” anlamında kullanmayı yeğlemişlerdir. İngiliz yazarlar Fransız Devrimini gerçekleştirenleri “çağdaşlaştırıcılar” olarak nitelerken bu sözcüğe negatif bir anlam yükledikleri kuşkusuzdu.

Çağdaşlaşma ya da diğer ifadeyle modernleşme Türk öğretisinde de batılı yazarların düşünceleri ışığında anlamlandırılmıştır. Modernleşme “geleneksel toplumdan modern toplum tipine doğru evrilen bir toplumsal değişim süreci” olarak tanımlanırken modernleşmenin toplumun derinliklerine etki etme özelliğine dikkat çekilmektedir. Bu açıdan çağdaşlaşma toplumun, evrensel yasalara bağlı bir biçimde “birbirini izleyen ve sonrakinin öncekine oranla daha üstün olduğu aşamalı bir evrim niteliğinde” anlaşılmakta ve temelinde bir “ilerleme fikri”ni barındırmaktadır.

Modernleşmenin gerçekleştiği toplum aynı zamanda modern toplum adını almaktadır. Ya da bu şekilde nitelenmektedir. Modern toplumdan ne anlaşılması gerektiği ise ayrı bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak modern toplumu aydınlanma felsefesinin ilkelerine açık, bireyin özgürlüklerinin dış müdahale karşısında garanti altında olduğu, kişi özgürlüklerinde olduğu gibi ekonomide de yarışmacı ve toplumsal faaliyetlerin diğer alanlarında da farklılıklara tahammül edilen, çoğulcu ve aynı zamanda demokratik toplum olarak tanımlamak mümkündür.

Modernleşme için öğretide bir çok incelemelerde bulunulmuştur. Örneğin Türköne, modernizmin hem toplumsal yapımıza olan uzaklığına hem de toplumsal yaşamımızla iç içeliğine şöyle dikkat çekmektedir: “Modernleşme dönemi bir toplumun kendi tarihi değildir. Modernite adını verdiğimiz dış dinamikle harekete geçen toplumlar, aldıkları bu kumaştan kendilerine bir elbise dikmeye çalışırlar. Modernleşme yoluna giren her toplumun kendine has bir terziliği vardır. Neticede her toplumun modernleşmesi “kendine göre”dir”.”. Bir başka Türk yazarı da Çağdaşlaşmayı “günümüzde geçerli olan değerlerin benimsenmesi, yaşayış tarzına uyum, ilim ve teknolojiye yaratıcı katkıda bulunma” olarak tanımlamaktadır.

Modernleşme konusunda, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, ABD’li sosyal bilimcilerin öncülüğünde toplumsal değişim süreçlerini açıklamada kullanılan bazı temel yaklaşımlar sosyal bilimler alanına egemen olmuştur. Bu yaklaşımların en önemli özelliklerinden biri bilgi kuramı açısından pozitivist,, tarih kuramı açısından “ilerlemeci” olmasıdır. Bu iki temel yaklaşım birlikte “modernleşme kuramı”nı oluşturmuştur. Modernleşme kuramı bilhassa Batı uygarlığı dışında kalan toplumlarda meydana gelen değişimleri açıklamakta yararlanılan bir model olarak karşımıza çıkmaktadır.

Çağdaşlaşma bir model olarak ortaya konduğunda aynı zamanda bir ideolojidir. Toplum ve insana ilişkin sorunlara ilişkin bir yaklaşım yöntemidir. Buna tarz da denilebilir. Çadaşlaşma bir değişim sürecidir. Bu süreç bir yönüyle geleneksel toplumun “sanayi toplumuna dönüşme süreci” olarak nitelenmiştir. Ancak durum sadece bununla sınırlı değildir. Bu açıdan konuya yaklaşıldığında Batı tipi “toplumsal-siyasal örgütlenme tarzı”nın ulaşılması gereken bir hedef olarak benimsenmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle Batının idealleştirilmesi gündeme gelecektir. Böylece aydınlanma çağı ile birlikte kurumsallaşan kişi özgürlüklerinin ancak bu düşüncelerin yaşam alanı bulduğu Batı toplumlarındaki siyasal ve toplumsal sistemlerin benimsenmesiyle hayata geçebileceği sonucuna ulaşmak kaçınılmazlaşacaktır. Nitekim öğretide Bendix, de genel olarak böyle bir sonuca ulaşmaktadır. Bendix, modernleşmeye anlam olarak teknolojiyi yüklerken bu kavramın “sosyal alanda 18.yüzyıldan sonraki tüm gelişmeleri de” kapsadığını belirtmektedir. Buna göre modernleşme aynı zamanda doğuştan ve statüden gelen ayrıcalıkların ortadan kalkmasını da sağlamaktadır. Böylece modernleşme aynı zamanda vatandaşlar arasında eşit satülerin yaygınlık kazanmasına da hizmet eder. Yazara göre modernleşme tektir ve Batıda gerçekleşendir. Yeni bir modernleşme olmayacaktır. Bu nedenle modernliği yakalamak isteyen toplumlar Batı toplumlarındaki toplumsal kurumları ve teknolojiyi “izle”mek konumundadırlar.

Modernleşme kuramı Batıdaki siyasal sistemin temel dayanakları ile demokrasi arasında doğrudan bire-bir ilişki kurmuştur. Yani Batıda meydana gelen toplumsal gelişmeler sisteme ilişkin değişimi beraberinde getirmiştir. Bu sayede Batıda demokrasi de gelişmiştir. Bir başka deyişle Batının başlıca özellikleri olan Ortaçağ yapısından ekonomi ve kültür alanında yaşanan ilerlemeler sayesinde meydana gelen değişimler sonuçta demokratik yönetimi sağlamıştır. O halde Batı dışı toplumlarda da demokrasinin yerleşmesi tıpkı Batıda olduğu gibi ekonomik gelişmişlik düzeyinin yükselmesine ve tabii ki Batı kültürü lehinde kültürel alanda değişmeler gibi iki önkoşulun gerçekleşmesine bağlanmıştır. Batı dünyasında bu değişimler en az dört yüzyıl sürmüştür. Batı dışı toplumların ekonomi ve kültürde böyle bir değişimin gerçekleşmesi için bu kadar uzun süre bekleme lüksleri yoktur. Böyle olunca daha kısa sürede bu tür değişimlerin sağlanması ihtiyacı belirmektedir. Konu Osmanlı toplumu açısından somutlaştırıldığında modernleşme kuramı açısından Batıda ekonomi alanında ve kültürel dönüşümde feodalitenin ortadan kaldırılarak onun yerine burjuvazinin geçmesi gibi çok önemli bir konuda toplumun yapısal farklılığı vardı. Oysa Osmanlı toplumunda Batıda görüldüğü şekliyle bir feodal toplumsal örgütlenme biçimi yer almadığı gibi demokrasinin yerleşmesinde temel öneme sahip kapitalizmi hazırlayabilecek sosyal güçlerden de yoksundu.

AYDIN KAVRAMI

Aydınlar her toplumda farklı arayışlara öncülük etmişlerdir. Şüphesiz bu durum Osmanlı toplumunda da farklı değildi. Geleneksel Osmanlı aydını “alim” ya da “arif” (derin ve gizli bilgileri kavrayabilmiş olan) kişi olarak tanımlanmaktadır. Esasen batılı anlamda aydın yani entelektüel kavramı da Batıda 19.yy. sonlarında tam olarak oluşabilmiştir. Bu kavramın üretilebilmesi ancak fikir üzerinde çalışmanın bir uzmanlık işi haline gelmesi gereklidir. Bu anlamda olmak üzere 18.yy. da Batıda aydınların ayrı bir grup yada sınıf oluşturdukları düşüncesi yoktu. Oysa 19.yy. sonlarında fikirle uğraşanların toplumda ayrı bir sınıf oluşturduğu kanaati oluşmuştu. Kitap, dergi, broşür gibi araçlar etrafında fikir oluşturmak bu kişilere bir “paylaşılan kimlik” sağlıyordu. Bu aydınlardan sayılmak için gerekli ölçüt ise 17. Yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan ve her türlü sosyal ve felsefi değerin tartışmaya açık olduğu şeklinde özetlenebilecek anlayışa uygunluktu. Mardin’in deyimiyle “kritik düşünce”yi paylaşmak aydın olmanın bir kriteri haline gelmişti.

Osmanlı toplumunda 17.yy. da “kalem”ler ulemaya göre daha açık fikirliydiler. Osmanlı bürokrasisini oluşturan kalemler felsefi konulara daha kolayca adapte olabilecek bir eğitimden geçirilmişlerdi. 18.yy. dan itibaren kalemiye ve ilmiye sınıfı yeniliklere girişilmesini desteklemişlerdir. Kalemiye ve ilmiye olarak adlandırılan Osmanlı üst tabakası başlangıçta bir oranda Batıya benzer şekilde kritik düşünce yaklaşımları gösterebilmişlerdir. Bu bağlamda kendi toplumlarının eksiklerini görmeğe ve düzeltmeğe çalışmışlardır. Bu açıdan konuya yaklaşıldığında Mustafa Reşid Paşa, Sadık Rıfat Paşa gibi Tanzimat önderlerinin “aydın” niteliklerine sahip kimseler olarak değerlendirilmeleri mümkündür. Çünkü Tanzimatın önderleri “siyaseten katl” gibi yöntemlerin artık geçerliliklerini yitirdiğini düşünüyorlardı. Bu nedenle Tanzimat Fermanında ilkeler getirilmiştir.

Tanzimat’a kadar Osmanlı toplumunda günümüz manasında “aydın” tipinden söz edilemeyeceği yönünde öğretide yaygın bir kanaat mevcuttur. Klasik Osmanlı Toplumunda aydın rolünü üstlenen esas olarak “ulemâ”dır. Ulemanın toplum içindeki rolü Tanzimat sonrası aydınınkinden daha farklıdır. Ulemaya genellikle bir konuda “ne düşündüğü” değil bir konunun “şeriate” uygun olup olmadığı sorulurdu. Ancak bu durumun değişmesi batılılaşma hareketlerinin hız kazanması ile olacaktır. Batı düşüncesinin Osmanlı toplumuna etki etmeye başlaması sonucu zamanla “diplomalı” kesimin artık sadece bir konunun şeriate uygun olup olmadığı gibi dar bir çerçeveye “sıkıştırılmaları” giderek zorlaşacaktır.

Tanzimat hareketi içinde aydınların yerinin tayini bazı güçlükler arz etmektedir. Bunun başlıca nedenlerinden biri aydın kavramının Batıda taşıdığı vurgunun Osmanlı kültüründen daha farklı olmasıdır. Batıdaki anlamda Tanzimat öncesi aydının bir prototipi çizilmeye çalışılırsa kalemiye erbabı ve ulema aydının karşılığı olarak nitelenebilir. Bu kesimler Osmanlı Devlet yapısı içinde üst bürokrasiyi oluşturmaktadırlar. Türkçe’deki “münevver” kavramı 18. Yüzyıl aydınlanma akımının etkisinde bir bakış açısının bir eseri olarak “illuminé, éclairé” kavramının çevirisi olarak kabul edilmiştir.

Ulema ve düşünme rolü klasik Osmanlı toplum ve devlet sisteminde kısmen yüksek bürokratları oluşturan “kul –yöneticiler” tarafından paylaşılmaktaydı. Hem ulema hem de yüksek yöneticiler bulundukları konumu padişahın lütfuna borçluydular. Oysa II. Mahmut’tan itibaren Batı tarzı yüksek okullardan mezun olan ve bizzat devlet eliyle Avrupa’ya öğrenim görmek üzere gönderilmiş “yeni bürokratlar” yerlerini padişahtan çok başarılarının bir göstergesi olarak “diplomalarına” borçluydular. Bu nedenle ulemaya oranla hükümdar karşısında daha bağımsız bir konumda oldukları söylenebilir. “Kazanılmış” ve “bağımsız statü sahibi” bu yeni “bürokrat”lar kesimi ulemâya oranla ikinci planda değil, daha öndedir ve tavır ve davranışlarıyla yenilikten yanadır. Hükümdar karşısında eskiye oranla elinde bulundurduğu bağımsızlık konumunu fazla da abartmamak gerekir. Ancak ulemaya oranla yeni bürokrat tipinin elde ettiği konum dönemi için önemli bir gelişme olarak görmek gerekir. Yeni tip bürokratlar -ki onlar aynı zamanda Osmanlı toplumunun aydınlarını oluşturmaktadır,- toplumsal sorunlarla ilgili çıkış yollarını açıklamaya girişirken ulemânın aksine var olan sisteme uygun hale getirmede çok titiz davranma gereği duymamaktadır.

Padişah Abdülmecid’e gelinceye kadar yeniliklerin, modernleşmenin öncülüğünü padişahlar yapmaktaydı. Mustafa Reşit Paşa ile birlikte bu işi daha çok devlet adamları üstlenmişlerdir. Ancak bu durum da 1860’lardan itibaren değişecek ve batılılaşma hareketinin öncülüğünü aydınlar ele alacaklardır. Böylece uzun yıllar toplumu batılılaşma konusunda ikna etmeye uğraşan padişahlar aydınların bu rolü benimsemeleriyle birlikte teorik olarak mutlak olan otoritelerinin sınırlanmasına bile katlanmak zorunda kalacaklardır.

Görünürde klasik Osmanlı “intellicensiyası” genellikle devlet katında görevli veya ekonomik ve siyasal bakımdan güçlü, “nüfuzlu” kimselerdir. Ancak Tanzimat’tan sonra girilen değişim ve modernleşme sürecinin bir sonucu olarak temelde yine devlet görevlisi veya mali ve siyasal bakımdan güçlü kimselerden oluşmakla beraber, memur-aydın tipi ile ulemanın artık yolları önemli ölçüde ayrılmıştır. Bir başka deyişle memur- aydın ile ulema batılılaşma, laikleşme konusunda artık ayrı düşünür olmuşlardır. Memur- aydınlar Batıdan aldığı düşünce kalıpları ışığında artık olaylara yaklaşmaktadırlar. Tanzimat döneminde aydın sayılmakta kriter olarak kullandığımız kritik düşünce ya da kritik söylem uzun süre devlet memuru olarak çalışan bürokratlarca geliştirilmiştir. Örneğin Şinasi önce memurluk yapmış daha sonra aydınlığı memurluğa tercih etmiş, gazeteler çıkararak toplumu eleştirme görevini daha da ileri götürmüştür. Şinasi’nin çıkardığı (1862) Tasvir-i Efkar gazetesi kritik söylemin egemen olduğu bir yayın organı olarak nitelenmektedir.

Aydın niteliği Osmanlı Toplumunda 19.yy. boyunca kümülatif olarak değişime uğramıştır. Bu değişim bir bakıma fikir stiliyle ilgilidir. Bir bakıma da fikirlerin içeriğiyle ilgilidir. Yani artık Osmanlı aydını da toplumsal konulara eleştirel yaklaşmaya başlamıştır. Artık Osmanlı aydını da bilime alabildiğine güvenmektedir ve tarihin aynı zamanda bir “ilerleme” olduğu kanısını paylaşmaktadır. Ama yine de Osmanlı aydını ile Batı aydını arasında çok önemli farklar mevcudiyetini sürdürmektedir. İlerleme “terakki” konusunda Yeni Osmanlılar olsun Namık Kemal, Ali Suavi gibi aydınlar olsun ortak bir kanıya sahiptiler

Yukarıda da ifade edildiği gibi Osmanlı Toplumunda aydından söz edilirken aslında devletin maaşlı memurlarından oluşan bir grup memur kastedilir. Onların “arkalarında uzun bir siyasal düşün ve örgütlenme geleneği yoktu.” Ama bu aydın grubu çağdaşlaşma arayışlarıyla birlikte kendini mensubu olduğu toplumu “gözleme, eleştirme ve geleceği programlama” konumunda buldu. Aşağıda ele alınacak olan Tanzimat’ın gerçekleşmesinde yüksek bürokratların yeri, Yeni Osmanlı grubuna dahil aydınlar ve Genç Türk akımı bu temel düşüncenin doğruluğunu gösterecektir.

TANZİMAT’IN ARKA PLANI

Osmanlı toplumunda Tanzimat’a kadar “geleneksel yapı” içinde bulunarak toplumsal sorunları çözme anlayışı egemen olmuştur. Bazı “yenilikler”in kaçınılmazlığı Tanzimat ile birlikte açık ve sürekli olarak ifade edilmeye başlanmıştır. Tanzimat bu bakımdan bazı özelliklere sahiptir. Bilindiği gibi bu dönem bir reform dönemidir. Bu dönemde hız kazanan reformlar daha sonra devam edecektir. Söz konusu reformlar içinde padişahın da bulunduğu yüksek devlet yöneticileri öncülüğünde gerçekleştirilmekteydi. Bu nedenle Tanzimat ile girişilen hukuk, idari sistem ve eğitim gibi sosyal alanda yenileşme hareketlerine tabandan, halkın en azından geniş bir kesiminden gelen talepler olarak bakılamaz. Bir başka deyişle Tanzimat tabandan gelen bir değişim baskısı sonucu ortaya çıkan yeni toplumsal durum olarak değil devlet adamları öncülüğünde yürütülen bir devleti onarma, yenileşme çabası olarak değerlendirilmek gerekir.

Tanzimat Döneminin en tanınmış devlet adamları Mustafa Reşid Paşa, Âli ve Fuat Paşa’lardır. Bunlar, sadrazamlık görevi ifa ederlerken reformların gerçekleştirilmesi yönünde aktif adımlar atmışlardır. Doğaldır ki Tanzimat’ın mimarları ve uygulayıcıları sadece anılan devlet adamlarıyla sınırlı değildir. Bu bağlamda M. Reşid’in yakın arkadaşlarından ve meslektaşlarından biri olar Sadık Rıfat Paşa anılması gerekir.

1839 Fermanı’nın ortaya çıkmasında bürokrat aydınların oynadığı rol bilinmektedir. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında Fermanın temelinde yatan görüşlerin sadece M. Reşid Paşa’nın fikirleriyle sınırlı olmadığı dikkat çekmektedir. M. Reşid Paşa’nın 1839’dan önceki yazılarında batılılaşma konusundaki görüşler ağırlıklı bir yer işgal etmez. Ancak onun yakın mesai arkadaşı Rifat Paşa’nın 1837-1839 yılları arası Viyana elçiliği sırasında yazdığı ve “Müntehabat-ı Âsar” adlı kitabında yer verdiği bir risalede ortaya konulan görüşlerin bir nevi Gülhâne Hattına hazırlık niteliği taşıdığı ifade edilmiştir. Bu risalede içerik olarak Avrupa’da hükümdarların ve devlet adamlarının yasalara uydukları, memuriyet görevlerinin liyakate göre verildiği ve ortada ciddi bir gerekçe yoksa kolay kolay görevden uzaklaştırılmadıkları, yine kimsenin ölümü halinde devletçe malvarlığına el konulmadığı, vergi toplama işleminin yasalar çerçevesinde yürütüldüğü ifade edilmektedir. Rifat Paşa keyfi yönetimin egemen olduğu yerde devletin “çökeceğini” söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Ona göre keyfi yönetimde teb’a devlete karşı güvensizlik duymakta ve bu da teb’anın topluma, üretimle, servet birikimiyle katkıda bulunmasını, toplumun ilerlemesini engelleyici rol oynamaktaydı. Böyle bir durum ancak sultanın, “beğensin veya beğenmesin” sistemin kurucu ilkelerinin yer alacağı “laik” nitelikli “temel yasalar”a Avrupa’daki bütün krallar gibi uyması gerektiğini açıkça ortaya koymaktaydı. Aynı yazar “hükümetler halk için mevzû olup, yoksa halk hükümetler için mahlûk değildir” ifadesiyle dönemine göre toplumsal sorunlara ne kadar farklı yaklaştığını ortaya koymuştur.

Sadık Rifat Paşa söz konusu risalesinde Avrupa’da saygı gösterilen bazı insan haklarından da uzun uzun söz eder. Söz konusu risalede Fransa ve İngiltere’de basın özgürlüğünün oldukça geniş bir şekilde korunduğu, Avrupa’da hemen her şeyin aklın gereklerine göre düzenlendiğinin üzerinde durulmaktadır. Risalede Avrupa’da ölüm cezalarına nadiren rastlandığı ve bunun da ancak açık yargılama sonunda suçun mahkemece sabit görülmesi halinde mümkün olduğunun altı çizilmektedir. Gülhane Hattı’nda yer verilen “gerçekleştirileceği vaadolunan mal, can, ırz emniyeti, müsaderenin kaldırılması” askerlik ve vergi mükellefiyetlerinin düzene konmasına ilişkin prensiplere bu risalede açıkça yer verilmiştir. M.Reşid Paşa ile Sadık Rifat Paşa arasında fikir düzeyinde bir alışverişin bulunması kuvvetle muhtemeldir.

Sadık Rifat Paşa aynı zamanda Osmanlı hukuk sisteminde bürokratlara hukuksal güvence bir anlamda özerkilik sağlanması gerektiği görüşündeydi. Memurlara “makul bir neden” yoksa “despotça” davranılmamalıydı. Memurlar devlet meseleleriyle ilgili konularda görüş beyan etmekten dolayı görevden alınmamalı, onların mallarının müsadere edilmesi için bir bahane olarak kullanılmamalıydı. Bürokrasiye yeni haklar tanınmalıydı. Bu fikirlerin Tanzimat Fermanında ele alınan en önemli konulardan biri olduğu görülecektir.

Devletin yapısal yeniliklere duyduğu gereksinimi karşılayabilmek için zaten devlet adamları ciddi bir arayış içindeydiler. Bu arayışta dış baskılar gibi iç nedenler de baskıda bulunmaktaydı. Avrupa ülkelerinin baskıları bilinmektedir. Buna ayrıca Mısır Valisi’nin isyanını da eklemek gerekir. Osmanlı devlet adamları haklı ve doğru bir teşhisle Kütahya önlerine kadar gelen Kavalalı M.Ali Paşa’nın ilerleyişini durdurmak ve göz göre göre çökmekte olan devleti “kurtarmak” için modernleşme yolunda ciddi bir karar verdiler ve Tanzimat bu kararın hayata geçirilmesi iradesinin bir sonucudur. Devlet hem çökme sürecine girmiş, kendi güvenliğini sağlayamaz bir durumdaydı hem de iç güvenlik ve huzuru bizzat sağlayamamaktaydı. Bu nedenle Tanzimat sürecinin başlangıcı ve ilerleyişini doğru yorumlayabilmek için hem iç nedenleri hem de Avrupa devletlerinin baskılarını göz önüne almak gerekir. Bununla beraber modernleşme yönünde atılan Tanzimat adımı salt güvenlik endişelerini aşmak için değildi. Aynı zamanda devletin karşı karşıya bulunduğu yapısal sorunları çağdaş ülkelerdekine benzer biçimde çözme amacı da vardı.

Osmanlı bürokrat-aydını Avrupa dillerinden birini bilmenin rahatlığının ve avantajının farkındaydı. “Halka fazla önem vermemeleri ve imparatorluktaki diğer bütün sınıflardan kendilerini üstün görmeleri””bu özel rahatlık ve avantajın bir göstergesi sayılmak gerekir. Bu nedenle Tanzimat sonrası modernleşme çabalarında yaptıklarının halk katında benimsenmesini beklemek gibi zaman kaybettirecek bir tavra girmemişlerdir. Bunun için gerçekte zaman da yoktu. Yapılması gerekenler acilen gerçekleşmesinin gerekli olduğuna inanılan şeylerdi. Bu nedenle Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşları sorunlara “kameralist” bir yaklaşım göstermekteydiler. Bir başka deyişle Ortaçağ Avrupa’sında aydınların izledikleri ya da Prusya ve Avusturya imparatorluklarının yaptığı gibi merkezi otoriteyi güçlendirmeyi amaçlıyorlardı. Bu nedenle toplumu aşırı özgürlüklere boğmak yerine daha kontrollü bir açılım yapmak ve asıl amaç olarak devleti güçlendirmek ve böylece kötüye gidişi durdurmayı hedef almışlardı. Böyle bir anlayışta ordu ve bürokrasinin güçlendirilmesi yapılmak istenenleri gerçekleştirmede temel öneme sahipti.

Tanzimat dönemiyle birlikte Osmanlı Devletinde batı tarzı laik hukuksal düzenlemeler girmeye başlamıştır Tanzimat ile birlikte gerçekleştirilen yeniliklerle devletin idari, ekonomik ve amaçlamışlardır sosyal “görünümünde” köklü değişmeler olmuştur. Girişilen reformlar bazı eski yüksek bürokrat ve devlet adamlarınca “kerhen” desteklenmiştir. Ancak bunlar gerçekte reformlara karşıydılar. Bununla beraber Abdülmecid’in Tanzimat öncülerine açıkça destek vermesi bu reform aleyhtarlarının daha fazla ileri gitmelerine engel oluyordu. Buna rağmen Damad Said Paşa ve eski Serasker Hüsrev Paşa M. Reşid Paşa’nın öldürülmesi yönünde hükümdara sık sık teklifte bulunmaktan geri kalmamışlardır.

Osmanlı laik bürokrasisi reform politikalarının hazırlanmasında ve yürütülmesinde ulema ile işbirliği yapmış olmasına rağmen bir takım meselelerde aynı fikirleri paylaşmıyordu. Laik bürokrasi 19.yy. başlarında artık değişimi başlatabilecek bir güce ulaştı. Avrupa aydınlanma despotizminin bir süre kullanmış olduğu idari kurumları ve iktisadi saikleri Türkiye’ye getirmeyi hedef alan bir program başlattı. Böylece yapılan değişiklikler zamanla ulemanın prestij ve mevkiini kaybetmesine neden oldu. Bu anlamda 1827’de Tıbbiyenin kurulması, her şeyden önce Tanzimat Fermanının ilanı, 1846’da Umumi Maarif Vekaleti’nin kurulması, 1846’de Harbiye okulunun kurulması, 1847’de devletçe finanse edilen ilk okulların açılmaya başlanması devletin eğitimi doğrudan kontrol etmesine yardımcı olmaktaydı, 1859’da Mülkiye Mektebinin açılması, 1860’larda Rüşdiye okullarının açılması hep laik bürokrasinin gücünü arttırmaya katkıda bulunan gelişmelerdi.

Sağlanan gelişmeler bürokrasinin devletin gücünü yenileme ili ilgili konulardaki karakteristik tavrının bir sonucuydu. Şayet Batı kurumları devleti yeniden ihya gücüne sahipse benimsenecekti. Aksi takdirde Osmanlıda batılılaşmayı açıklamak güçleşecekti. Bu Batılılaşma mecburiyetini 1880’de Saffet Paşa hem gizli hem de açıkça devletin medeni bir hale gelmesi için Avrupa medeniyetini bütünüyle benimsemesi gerektiğini ısrarla vurgulamaktaydı.

Tanzimat’ın başlangıcından beri ortaya çıkan bir özellik “aydın kişinin “daha çok gençler arasından çıkacağına olan inançtı. Bu durum Osmanlı toplumunun yöneliminin tersine giden bir oluşumdur. Normalde geleneksel toplumda devleti kurtarması beklenen kişinin tecrübeli, görmüş-geçirmiş kişi olmasıdır. Beklentinin tersine dönerek “gençlik”te yoğunlaşması Batı kültürünün önemli bir savını yansıtıyordu. Bu da tarihin evrimden oluştuğu, bu evrimin toplumu daima ileri götüreceği ve bunu “yeni Kuşaklar”ın başarabileceğine olan inançtı.

TANZİMAT VE ISLAHAT FERMANLARI

Tanzimat öncesi girişilen reformların Osmanlı Devleti’ndeki gerilemeyi ve “yönetilenlerin” içinde bulundukları durumu düzeltememiş olması Gülhane ve Islahat fermanlarının ilanı yönündeki arayışlara hız kazandıracaktır. Ancak her iki fermanın da tabandan gelen istekler sonucu ortaya çıkmamış olması, fermanlarda doğrudan halka değil de dönemin sadrazamına hitaben kaleme alınmış olması girişilen reformların bir kadro hareketi olarak ele alındığını göstermektedir. En azından fermanlarda doğrudan halkın muhatap alınmaması bazı hak ve özgürlüklere yer veren bu fermanları batıdaki örneklerden ayıran en önemli özelliklerden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu haklar halkın ya da belirli bir toplumsal kesimin kamu otoritesine yönelik direnmesinin bir sonucu olarak değil “müsâadât-ı şâhâne” şeklinde ortaya çıkmıştır. Bununla beraber denilebilir ki Tanzimat dönemiyle birlikte devletin anayasal ve sosyal yapısının da Batıdaki örneklere benzetilmesi gereği konusunda Osmanlı devlet adamları ikna olmuşlardır. Böylece sadece ordu ve teknolojide modernleşmenin yetersizliği anlaşılmıştı.

Osmanlı devletinin hukuk sistemi millet esasına dayalı olması nedeniyle hukuk önünde eşitlik tam olarak gerçekleşmemişti. Hatta aslolan her millet’in daha doğrusu her din mensubu kesimin ayrı bir hukuksal statüye sahip olmasıydı. Bu durum ise 19.yy. da Batı Avrupa ve Amerika’daki insanların doğuştan hukuk önünde eşit olduğu fikriyle ciddi bir çelişki içindeydi. Bu nedenle işe bu hukuk önünde eşitsizlikleri kaldırarak başlamak gerekmekteydi. Osmanlı devlet adamları Tanzimatla hem batılılaşmayı sağlamak hem de ülkede yaşayanları bir “Osmanlılık” ruhu etrafında birleştirerek devletin bütünlüğünü korumayı amaçlamaktaydılar. Konunun bu yanını Akçura genel olarak şöyle özetlemektedir ki bu aslında takip edilen ana gaye olmuştur: “Osmanlı milleti vücuda getirmek arzusu, pek yüksek bir hayali gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu. Asıl maksat, Osmanlı memleketindeki müslim ve gayri müslim ahaliye ayni siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek; böylece aralarında tam müsavat husule getirmek; fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu müsavat ve serbestiden faydalanarak, söz konusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen yek diğerine karıştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hükümetlerindeki Amerikan Milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı Milleti” oluşturmak ve sonuçta Osmanlı Devletinin sınırlarını muhafaza etmek amacı güdülmekteydi.

Hukuk önünde eşitliğin sağlanmasının Osmanlı devleti açısından önemini Mustafa Reşid Paşa daha Londra’da büyükelçi olarak çalışırken kavramıştı. Yapılması gereken, teb’ayı hukuk önünde eşit hale getirmekti. Bu hem Avrupa Devletlerinin Osmanlı devleti üzerindeki baskılarını hafifletecek, “batı ile ittifakı kolaylaştıracak”, hem de hukuk alanında Batıdaki gibi eşitliğe doğru bir gidiş süreci başlayacaktı. Gerçekten de eşitlik düşüncesi liberal ve sosyal devletin en temel ilkelerinden biridir ve bu nedenle Tanzimat Fermanı hukuk devletine bir gidiş olarak görülebilir. Bunun yanında Mısır İsyanı ile baş edememek de Osmanlı Devletini Batılı devletlerin desteğini kazanacak adımlar atmasını zorunlu kılmaktaydı ve bu da onların hukuk sistemiyle yakınlaşma ile sağlanabileceği düşünülmekteydi.

Tanzimat Fermanı’nın ilanında rol oynayan Avrupa baskısından kurtulmak ve onun desteğini sağlama düşüncesi hem iç karışıklıklara karşı hem de Rus tehdidine karşı Batı’nın desteğini kazanmak ve devletin güvenliğini sağlama amacını da gütmekteydi. Çünkü artık Osmanlı Devleti kendi güvenliğini “tek başına” sağlayacak gücü kendinde bulamamaktaydı. Bir bakıma gelinen nokta buydu denilebilir. Ancak Osmanlı Devleti’nde batılılaşma arayışlarını sadece dış baskılarla veya iç karışıklıkları gidermek için bir çözüm olarak görme anlayışı tarihçilerin bazı eleştirilerine muhatap olmuştur. Ortaylı, Osmanlı devletinde daha 17.yüzyıldan itibaren doğal olarak askeri gereksinimleri karşılama arayışlarıyla başlayan ve daha sonra toplumsal sistemin başka alanlarına da bu batılılaşma etkisinin yayılacağının zaten Osmanlı düşünürlerince önceden kestirilebildiğine dikkat çekmektedir. Yazara göre öğretide hakim olan çoğunluk yaklaşımının aksine Osmanlı’da modernleşme dış baskılarla değil “pragmatik” nedenlerle gerekliliği kararına varıldı. Gerçi toplumsal yapı ve devlet batılılaşmaya teorik planda tam olarak hazırlanamamıştı. Bunun nedeni de toplumsal yaşamda “tarih, felsefe ve edebiyat” alanında değişimlerin son derece yavaş ilerlemesidir. Osmanlı devlet adamları Batıdan yasaları olduğu gibi ithal etme fikrine çok yakın oldukları ve hatta bunu bir çok kez kanıtladıkları halde Batıya tarih ve felsefe söz konusu olduğunda bu ilgi bir çekingenliğe dönüşmüştür. Daha doğrusu bu alanlarda batılılaşma dönemin düşünen insanlarınca bir gereklilik olarak değerlendirilmemekteydi. Çünkü Tanzimat dönemiyle birlikte Fransız idari sistemi Osmanlı devlet yapısına adapte edilirken tereddüt edilmediği halde felsefe ve tarih anlayışı söz konusu olduğunda durum tamamen değişmiştir. Bu da göstermektedir ki ““Osmanlı Batılılaşması, Batı’yı hayranlıkla değil, zorunluluk nedeniyle tercih etmiştir.”. Yazar, bu görüşüne kanıt olarak örneğin belediyecilik alanındaki kanunları almada kararlı davranıldığı halde parlamenterizm kurumlarını almaya sıra gelince bu kadar istekli davranmamalarını göstermektedir.

1839 Fermanı gerçi bir anayasa değildir. Fakat “birey devlet ilişkisinde, tebalıktan vatandaşlığa geçiş yolunda, başlangıç noktasıdır. “ Fermanla teminat altına alınan birey iç ve dış faktörlerin de etkisiyle günümüze kadar siyasal yaşamımızda ve hukuk sistemimizde halen devam eden bir süreç içinde şekillenmiştir. Fakat öğretide Fermanın Batıda daha önce ilan edilen insan hak ve özgürlükler hakkındaki bildirilerle benzerlikler taşıdığı, söz konusu bildirgelerde doğal bir hak olarak yer alan eşitliğin Fermanda açıkça ifade edilmemekle beraber dayandığı, temel felsefesinde yer aldığı savunulmuştur.

Öğretideki bir görüşe göre Gülhane Hattında can ve mal güvenliğinin kuvvetle vurgulanması sanıldığı gibi salt batıya özgü hürriyetlerin köklü bir şekilde ifade edilmesi anlamına gelmiyordu. Fermanda keyfi yönetimi “bertaraf” edici hükümlere yer vermesi sadece batılı fikirlerin “Osmanlı aydın-bürokratı”nca benimsenmesi anlamına gelmiyordu. Daha sonraki aşamanın sınırlı devlet otoritesi anlamına gelen anayasalı bir yönetimin hedeflenmesi çok açık değildi. Mustafa Reşit Paşa bu durumu Türkiye’de eğitim seviyesinin meşrutiyete uygun olmadığı ve fermanın “sadece fertlerin can, mal ve nâmuslarına tam bir emniyet getirmek ve Bâb-ı Âlî’nin dahili ve askeri harcamalarını düzene sokma isteği” olarak ifade etmekteydi. Bir başka deyişle Gülhane Hattı ile devletin işleyişini daha etkin hale getirmek, denetimsiz hükümdar ve savurganlığını önlemek hedeflenmişti. Can ve mal güvenliği sağlama taahhüdü ile amaç Tanzimat dönemi bürokrasisine, Padişahın bizzat uymayı taahhüt ettiği temel yapısal kanunlarının korumasından yararlanma imkanı sağlamaktı.

  1. yüzyılda Osmanlı hukuk sisteminde en çok göze batan konu hukuk önünde eşitliğin tam olarak yasal düzeyde sağlanmamış olmasıydı. Gerçi bu durum Devletin sistemi nin en önemli özelliklerinden biri olan “millet” sisteminin uygulanıyor olmasından kaynaklanmaktaydı. Fakat artık sistemin kendini savunmasının değil gerekli reformlarla düzeltilmesi gereği daha ağır basmaktaydı. Tanzimat Fermanı bu amaçla atılan önemli bir adımdı. Fakat Avrupa devletleri Osmanlı tebası Müslüman olmayan azınlıkların hukuk önünde eşit olmamalarını sık sık gündeme getirmekteydiler. Bu aynı zamanda Osmanlı Devletinin iç işlerine müdahale etmek için başka bir mazeretti. Konu sık sık tartışılmakta, Osmanlı Devleti’nin önüne konulmaktaydı. Kırım Savaşı sonrası da İngiltere, Fransa, Avusturya gibi devletlerin Viyana’da Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Hıristiyanların haklarının güvence altına alınması konusunda anlaşmaları ve bunun bir ıslahat fermanıyla sağlanması görüşü ağırlık kazanmıştır. Bunun üzerine Osmanlı Devleti 1856 Islahat Fermanını biraz da dış ülkelerin baskı ve bahanelerini azaltmak amacıyla ilan etmek zorunda kaldı. Böylece ıslahata ilişkin ilkelerin Paris’te yapılacak andlaşmada metin olarak yer alması önlenmek isteniyordu. Ancak bu konuda tam olarak başarılı olunduğu söylenemez. Çünkü Paris Antlaşmasının 4.maddesinde yine Islahat Fermanından söz edilmiştir.

1856 Islahat Fermanı gayri müslimlere Vilayet ve belediye meclislerinde temsil edilme, kamu hizmetine alınmada Müslüman teba ile eşit hale gelmelerini öngörmekteydi. Fermanın Osmanlı Devletinin geleceğini ilgilendiren asıl önemli yanı ise gayri müslimlere kendi meclislerini oluşturma haklarının tanınması ve bunun Devleti parçalanmaya sürükleyecek gelişmelerin ip uçlarını taşıyor olmasıydı.

Tanzimat döneminin en ünlü simaları olan Âli ve Fuat Paşalar hukuk önünde tanınacak eşitliğin bir “Osmanlı milleti” oluşturmada yararlı bir araç olacağına ciddi anlamda ümit bağlamışlardı. Bu açıdan Tanzimat dönemi hukuk alanında gerçekleşen değişiklikler siyasal fırsat yapısında önemli değişimleri beraberinde getirmiştir. 1839 Fermanında bütün teb’anın eşit olduğunun ilan edilmesi hem Müslümanların hem de gayri müslimlerin oluşturulacak meclislerde yer almalarının ve taleplerini sisteme ulaştırmalarının mümkün olması manasını taşıyordu. Böyle bir değişime gitme Osmanlı siyasal sisteminde bütünleşmeye gidebilme amacıyla da yapılmıştı. Fakat hukuk alanında gerçekleştirilen değişiklikler birbiriyle çatışabilecek sonuçlar doğurmaya adaydı. Ancak sisteme yönelen talepler tatmin edilmediği takdirde özellikle Müslüman olmayan tebada dış ülkelerin zaten körüklediği kendi kendini ayrı bir kimlikte hissetme olgusunun daha belirgin hale gelmesi kaçınılmazdı. Sonuç da böyle olmuştur.

Tanzimat’la beraber dini cemaatlere tanınan yeni haklar Avrupalı büyük devletlerin Osmanlı tebası Hıristiyan cemaatler üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda nüfuz kurmaları ve tabiiki Osmanlı Devletini parçalanmaya götüren bir etki göstermeye başladı. Dini cemaatlerin bu derece Osmanlı Devleti karşısında özerk hale gelmeleri Müslümanları da kendi çıkarlarını bir cemaat olarak daha fazla gözetmeye başlamaları sonucunu doğurdu. Böyle bir yaklaşım oluştu. Böyle bir oluşum en azından devleti Müslümanlar tarafından parçalanmaya karşı koruyabilirdi. Çünkü Müslümanlık Müslüman ahaliyi bir arada tutan bir bağdı. Bu kanaat 1871 Sadrazam Âli Paşa’nın ölümüne kadar devlet adamları arasında bütün Osmanlıların sadakatini Osmanlı lehine kazanmanın yolu olarak, biri Osmanlı kurumsal modernleşmesinin devam etmesini destekleyen ikincisi yeni bir siyasi formül olarak geleneğe sahip çıkarak İslamı kullanmaya meyilli iki hizip oluşmuş bulunmaktaydı. Yıkılışa kadar “İmparatorluk halkını toparlamanın bir vasıtası veya etkili bir siyasi formül temin etme kabiliyetine uygun olarak bu iki hizipten birine mensup kişiler tarafından hüküm verilecekti. Toplumsal sorunlarla ilgili olarak doğan bu düalizm Osmanlı Devletinin sonuna kadar sürecektir. Bu nedenle devlet yöneticileri ve aydınlar modernleşme konusundaki tereddütlerini yenememiş ve İslam düşüncesinin etkisinden tam olarak kurtulamamışlardır. Bu çalışmanın kapsamı dışında kalmakla beraber bu ikilemin radikal bir biçimde ortadan kaldırılması için Cumhuriyeti beklemek gerekecekti. Atatürk, bu girişimlerin devam ettirilmesinin çıkar yol olmadığının anlaşıldığına inandığı için bu tercihleri 1920’lerde reddedecektir.

Osmanlı Devletinde modernleşme çabaları bilindiği gibi önce fen bilimleri, kılık kıyafet konusunda reformlara girişmekle başlamış ve bu eğilim giderek devletin idari ve anayasal sistemini de kapsamıştır. Aydınların yanında Osmanlı Padişahları da Tanzimatla birlikte daha ısrarlı bir şekilde modernleşmenin gereğini kavramışlardır. Bunun bir yansıması saray yaşamında da kendini bulacaktır. Örneğin Osmanlı saray yaşamında tıpkı Fransa’yı andırır balolar Avrupa tarzı davranışlar sıkça görülmekteydi. Bundan hareketle Tanzimat sonrası hükümdarlardan II. Abdülhamit dışındaki padişahlar Avrupalılaşma konusunda batıcı aydınlar gibi halka rağmen tavır almakla suçlanmışlardır. Genel görüntü olarak askeri ve ekonomik alanda sürekli zemin kaybeden Osmanlı Devletinin bu dönemde Avrupa devletler dünyasına dahil olmak için yoğun çabalara tanık olunmaktadır. Artık Osmanlı Devleti için Avrupa ile rekabet duygusu yerini onun gibi olmak tarzına dönüşmüştür.

DÜŞÜNSEL ALANDA AYDINLARIN MODERNLEŞME ARAYIŞLARI

YENİ OSMANLILAR

Öncelikle belirtilmedir ki Yeni Osmanlılar aydın muhalefet hareketinin ortaya çıkışı konusunda bazı görüş ayrılıkları mevcuttur.

Tanzimatçılar tarafından başarılan kurumsal laikleştirme onların modern bilimin pratik uygulamaları lehindeki tavırlarıyla paralellik göstermekteydi. Tanzimat’ın mimarları laik olmalarına rağmen, Osmanlı İmparatorluğunun dini yapısının etkisinden tam olarak kurtulamadılar. 1860’larda ise Tanzimat Döneminin bekleneni verememesinin neden olduğu karamsarlıkların da etkisiyle her toplumun parçalanmaktan ahlaki karakterinin dayanıklılığı sayesinde kurtulabileceği, ahlaki karakteri güçlü tutanın, toplumun kültürü olduğunu görüşü ağırlık kazanmaya başlayacaktır. Osmanlı toplumunun kültürü İslamdı. Ama bu da ihmal edilmişti. Bununla beraber Tanzimat önderleri bu tür görüşlere hiçbir zaman fazla rağbet göstermemişlerdir. Bu başlık altında bir bakıma çağdaşlaşma adımlarının sorgulandığı, bir başka açıdan bakıldığında batılı görüşlerin yerli görüşlerle kaynaştırılmaya çalışıldığı, modern dünyanın benimsediği dünya görüşlerinin Osmanlı toplumsal yapısına daha derinden nüfuz etmeye başladığının bir göstergesi olan Yeni Osmanlılık akımı ele alınacaktır.

Tanzimat dönemi kadroları ile Yeni Osmanlılar farklı anlayışın temsilcileriydi. Tanzimat’ın öncülerinin temsil ettiği bir akımın 1860’larda Şinasi’nin “prensipiel” ve “ideolojik” denilebilecek aydın tutumu aynı yıllarda oldukça farklı bir kültür birikimi sağlıyordu. Tanzimat’ın öncülerinin getirdiği birikim “kritik söylem”e daha az önem veriyordu. Böylece daha farklı bir batılılaşma stratejisi izlemekteydi. Bu birinci akıma Mardin, Fransız Devrimi öncesinde görülen ansiklopedicilerden esinlenerek “ansiklopedizm” akımı adını veriyor. Ansiklopedistlerin izledikleri yol genellikle sisteme yıkıcı ya da köklü eleştiriler yöneltmek yerine Osmanlı devletine yararlı gördükleri yenilikleri gerçekleştirme taraftarıydılar. Osmanlı sistemiyle çok daha barışık olan bu kesimi Tanzimat’ın öncü bürokratları oluşturmaktadırlar. Ansiklopedist Osmanlı aydınları ile “kritik söylem” aydınları arasındaki başlıca fark öncelikle arada bir kuşak farkının(b.a.) bulunmasıydı. 1840’larda doğanlar aynı yıllarda devletin yönetiminde bulunanların ansiklopedist yaklaşımlarını “tutucu” olmakla itham ediyorlardı. Buna karşılık yararlanılması gereken değerler olarak gelenek ve din düşüncesine atıfta bulunmaktaydılar.

Öğretide gerçi Tanzimat aydınları ile Fransız Devrimi öncesi 18. Yüzyılda görülen Ansiklopedistlerle benzerlik kurulmaktadır. Bu açıdan Tanzimatçıların Ansiklopedistlerin yaptıklarını yapmaya çalıştıkları ifade edilmektedir. Fakat yine de onlardan önemli farkları bulunduğu ifade edilmiştir. Şöyle ki, Fransız Ansiklopedistler toplumu kendi anlayışlarına göre yoğurma çabasında kendi ürettikleri felsefeden yararlanmaktaydılar. Tanzimat aydını ise toplumu çağdaşlaşma konusunda bilgilendirme ve aydınlatmada kullanacakları “materyali” Batıdan taşımak durumu ile karşı karşıya idiler. Bir başka açıdan bakıldığında Avrupa’nın içinde bulunduğu ileri duruma erişebilmek için Avrupa kültürü Osmanlı toplumuna adapte edilmeye çalışılmaktaydı. Ancak bu yapılırken Osmanlı aydını çok ciddi bir seçme ya da bilinçli bir eleme yapabilecek durumdan epey uzaktaydı. Bundan dolayı Osmanlı aydını batılılaşma arayışlarında çoğu zaman ikilemlerle karşı karşıya kalmıştır. Zaman zaman açıkça belli olan çelişkilere düşmüştür. Bunun önemli bir nedeni Batı kültür ve dünyası hakkında aydınlarımızın derinlemesine bilgiden yoksun olmalarıydı. Fakat daha önemli bir nedeni de Osmanlı devletinin güç kaybının da etkisiyle devlet ve toplum yaşamında yaşanan ciddi sarsıntılar ve bu sarsıntılara karşı mutlak ve acil bir önlem geliştirme arayışlarıydı. Bu nedenle Tanzimat aydını bir yandan Batı uygarlığını, teknoloji ve sosyal bilimler açısından öğrenmeye çalışıyordu. Bir yandan da içinde yaşadığı toplumun sorunlarına bu bilgiler arasından aydın sorumluluğuyla çözümler üretmeye gayret ediyordu.

Tanzimat’ın mimarları Reşid, Âli ve Fuat Paşalar, kendi dönemlerinde padişahın mutlak otoritesini hükümet işlerine müdahaleden alıkoyarak hükümet ve bürokrasi lehine sınırlamışlardı. Bu aynı zamanda bürokrasi ve hükümetin saray karşısında daha özerk hale gelmesi anlamı taşıyordu. Güçlenen hükümet ve bürokrasinin bazı uygulamaları özgürlükler açısından aydınlarca eleştiriyorlardı. Bu durum aydınlar ve gençler arasında hoşnutsuzluklara neden oluyordu. Bu hoşnutsuzluklar henüz yeni yaygınlık kazanmaya başlamış bulunan basın aracılığıyla oluşturulan aleyhte kamuoyu ile tepkiye dönüşmeye başlamıştı. Tepkilerin artmasında 1853 Kırım Savaşı sonucu ortaya çıkan ekonomik kriz, 1856 Islahat Fermanıyla ortaya çıkan yeni durum sonucu yabancı devletlerin sık sık devlet işlerine müdahalesi, girişilen dış borçlanmaların da etkisi büyüktü. Bürokrat ve aydınların kendi aralarında çekemezliklerini de görmezden gelmemek gerekir. Bu dönemde yayınlanan Tasvir-i Efkar, Ceride-i Havadis gibi gazeteler hükümeti eleştirenlerin bir araya geldiği düşünce çevreleri olmuşlardı. Hükümet basını gazete kapatma gibi yöntemlerle susturma yoluna gidiyordu. Aydınlar ise tepki olarak çeşitli Avrupa başkentlerine ve daha çok Paris’e yerleşerek eleştiri ve görüşlerini yurt dışında yayın faaliyetini sürdürerek yönetime karşı muhalefetlerini devam ettirmeye çalışmaktaydılar.

Tanzimat önderleri demokrasi anlayışı ve özgürlükler bağlamında da farklı bir çizgiyi temsil ediyorlardı. Âli ve Fuat Paşa’lar imparatorluk içinde temsili kurumlar oluşturmaya tamamen duyarsız değillerdi. Ancak onlar ülke genelini kapsayan bir milli temsil sağlamaktansa yapılacak düzenlemelerle yerel temsil kurumlarının gelişmesine zemin hazırlayacak ara kurumlar oluşturmak istiyorlardı. Bu amaçla 1872’de çıkarılan bir Eyalet Teşkilat Kanunu ile her vilayette bir vilayet meclisi kurulması öngörülmüştü. Amaç Osmanlı halkının gelecekte kendi kendini yönetmesini sağlamaktı. Çünkü onlar halkın henüz “kendi geleceği hususunda tam karar verecek durumda olmadığı” düşüncesine sahiplerdi. Gerçekte onların öncelikli hedefleri özgürlükçü bir ortam sağlamaktan daha farklıydı. Tabii ki özgürlük düşmanı olmaları söz konusu değildi. Fakat onların ilk hedefi “devleti” içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmaktı. Bunun bir sonucu olarak hiçbir zaman “aşırı” özgürlük yanlısı olmamışlardır. Yeni Osmanlılar ise bu tutuma karşı çıkarak özgürlük talebinde bulunmaktaydılar. Bunun da ancak anayasalı bir yönetimde sağlanabileceğini düşünüyorlardı. Öte yandan 1856 Islahat Fermanı ekonomi alanında emperyalist emellerin onaylanması olarak algılanıyordu. Onlara göre Âli ve Fuat Paşalar, Osmanlı Müslümanların büyük Avrupa devletlerine adeta “esir”i konumuna düşürmüşlerdi. Bu iki devlet adamının izledikleri kültürel alanda batılılaşma politikalarını da Müslüman toplumu temelinden sarstığı gerekçesiyle onaylamıyorlardı. Yeni Osmanlılar Tanzimat’ı felsefi ve ahlaki temelden yoksun olarak nitelemekteydiler. Buna göre demokrasinin temelleri İslam düşüncesinde de mevcuttu.

Tanzimat önderlerinin muhatap oldukları eleştirilerin başlıca nedenlerinden biri de Osmanlı aydınlarının zamanla geçirdikleri değişimin bir sonucuydu. Şöyle ki, artık aydınlar batılı ve özellikle Fransız yazarların siyaset ve sosyal konularla ilgili eserlerini tercümelerinden veya aslından okuyarak takip edecek duruma gelmişlerdi. Böylece dönemin aydın okumuş kesimi başlangıçta beğendikleri Tanzimat kadrolarını reformlarda yetersiz kaldıkları ya da çok fazla baskıcı davrandıkları gerekçesiyle eleştiriyorlardı. Çünkü Yeni Osmanlıların da önemli isimlerinin yer aldığı aydınlar daha çok basın yoluyla seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Çeşitli baskılarla karşılaşmaları nedeniyle diğer okumuş kesimler gibi zaman zaman Bâb-ı Âli ile karşı karşıya gelmek durumunda kalmaları kaçınılmazdı.

Osmanlı aydını modernleşmeyi Yeni Osmanlılarla beraber sadece bilim ve fenni elde etmeye inhisar etmek yerine daha geniş bir mana vermeye başladılar. Bu bağlamda dil konusunda da yeniliklere girişme gereği duydular. Buna hem Şinasi’de hem de kendi çağdaşı “ikinci kuşak” Tanzimatçılar gerek duyuyorlardı. Onlar dili sadece estetik duyguların iletilmesi ya da taşınması olarak değil aynı zamanda bir kimlik edinme aracı olarak değerlendirdiler. . 1860’larda Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlıların edebi alana hakim olmalarının yanında modernleşmeye “parlamenter rejim yandaşı olmak” ve bunu Osmanlı devleti içinde hayata geçirmeye çalışma manasını da kazanmıştı. Yani modernleşme artık siyasal bir sorun(b.a.) olarak ele alınmaya başlanacaktır

Şinasi, N.Kemal ve Ziya Paşa batılılaşmanın sadece bazı hukuksal düzenlemelerle sınırlı kalamayacağı görüşünü ortaya koyarlarken batılılaşmanın aslında çok daha geniş boyutlu bir toplumsal değişimi gerektirdiğini ifade etmekteydiler. Örneğin N. Kemal, geleneksel Osmanlı aile kurumunu incelerken, çocuk eğitimi gibi konularda gelenekselliğe ciddi eleştiriler yöneltmekte, Batı tarzı aileden gıpta ile söz etmekteydi. Yeni Osmanlıların çağdaşlaşmaya sadece bilim alanında gelişme anlamını yüklemek yerine konuya daha geniş bir perspektiften yaklaşmaları onların modern düşünceyi tam olarak benimsemeleri ya da modernizmle iç içe olmaları manasına gelmiyordu. Bir yandan anayasalı bir rejimi toplumsal sorunların çözümü için tek çıkar yol olarak değerlendiriyorlardı. Diğer yandan da Namık Kemal ve Ziya Paşa “Batının ilim ve teknolojisini almalı, fakat İslam geleneklerimizi titizlikle koruma”k gerektiğini savunuyorlardı. Onlar Osmanlı toplumunun kendi kurumlarının keşfedilmesi ve geliştirilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Böylece Yeni Osmanlılar çöküş sürecini durdurmak için bu süreci doğuran nedenleri yok edici etkenler bulmaya yönelmişlerdi. Böylece girişilen araştırmada mazi ile “ilgilenme” sonuçta geçmiş tarafından “kuşatılma”yı da beraberinde getirmiştir. Bu durum onları gelecekten çok geçmişe dönük olmalarını beraberinde getirecektir.

Yeni Osmanlılar denilen aydınlar, ortaya koydukları bazı fikirler itibariyle modern düşünceyi benimsemiş gözükmektedirler. Gerçi belirli bir doktrinlerinden söz etmek oldukça zor gözükmektedir. Paylaştıkları ana konular çok olmakla beraber ortak bir öğretilerinin olmaması bu akımı “ideolojisi olmayan bir eylem” olarak nitelemeye neden olacak yaklaşımlara neden olmuştur. Şinasi Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi isimler Tanzimat’ın getirdiği yenilikleri ve girişilen modernleşme uygulamalarını yetersiz bulmaktaydılar. Onlara göre Osmanlı siyasal sisteminde özgürlüklere yer verilmesi, anayasalı bir rejime geçilmesi padişah otoritesini sınırlayacak ve yürütmeyi denetleyecek bir meclis kurulmalıydı. “Meclis-i meşveret”in kurulması Yeni Osmanlılarca siyasal iktidarın paylaşılmasının kurumsallaşması olarak algılanıyordu. Erkler ayrılığı ve dengesi yürütmenin kurulacak olan meclise karşı sorumlu tutulmasıyla elde edilebilirdi. Onlar yürütmeyle padişahtan çok Abdülaziz döneminde yönetimi fiilen ele almış olan Bâb-ı Âli “üst bürokrasisini” kastediyorlardı. Yeni Osmanlılar bu fikirlerini ancak Mithat Paşa önderliğinde giriştikleri bir askeri müdahale vasıtasıyla 1876 Kanun-u Esasi’nin ilanını sağlayarak görünürde elde etmeyi başarabileceklerdir.

Yeni Osmanlıların önde gelen aydınları 1860’lardan itibaren batıdaki “liberal reformist fikirlerin” Türkiye’ye gelmesine aracılık eden muhalefet akımı olarak işlev görmüştür. “Yeni Osmanlılar, siyasî fikirlerini açıkladıkları yazılarında, geniş ölçüde İslâm siyaset teorisinin lügatçesine başvururlar”. Anayasal bir rejim, özgürlüklerin korunması ve devlet iktidarını kullananların denetlenmelerini savunmaları onların modern düşünceden ne kadar derinden etkilendiklerini gösterir. Ancak onlar bu görüşleri Batı düşüncesi adına değil mensubu oldukları İslam dininin ilkelerinin yeni bir içtihadi yorumuyla ortaya koymaktaydılar. Bir başka deyişle Yeni Osmanlılar fikirlerini “İslam Şeriatı” üzerine bina etmişlerdi. Gerçi aydınlanma filozoflarının ortaya koydukları ve Fransız Devrimi ile ilan edilen insan hak ve özgürlüklerini savunuyorlardı. Fakat bu görüşlerle İslam dininin ilkeleriyle sentezlenmeye çalışılıyordu. Namık Kemal Locke, Rousseau ve Montesquieu’nün insan hakları ve siyasal yönetimlerle ilgili fikirlerini savunmakta ve meşruti rejimin neden gerekli olduğunu ortaya koymaktaydı. Düşüncelerinde söz konusu aydınlanma filozoflarının derin izleri bulunduğu halde o meşruti rejim ve özgürlükleri açıklamak için İslam kamu hukukundaki “biat” kurumuna atıfta bulunarak devlet halk ilişkisini açıklamayı tercih ediyordu. Ancak N. Kemal laik biri değildir. Latin harflerine özellikle karşıdır. Fakat kadınlara yeni haklar tanınması ve çok eşliliğe son verilmesinden yanaydı. Çünkü bunlar İslam esaslarına aykırı idiler. İslami bir kurum olan ve halk ile devlet arasındaki uyumu sağlamada bir araç olan “meşveret” usulü ancak anayasalı bir rejimde hayata geçebilirdi. Yeni Osmanlıların diğer simalarından Şinasi laik ve ulusçu, Alu Suavi İslamlık, laiklik ve Türkçülük arasında gidip gelen biriydi. Çok eşliliğe karşıydı. Arı bir Türkçe’den yanaydı ulusçuluk fikirlerine yakın biriydi. Ali Suavi bu fikirleriyle aslında farklı bir çizginin temsilcisidir. Fakat o da diğer Osmanlı aydınları gibi Avrupa karşısında kuşku ve ihtiyatla davranmaktaydı. Yeni Osmanlılarca önemle vurgulanan noktalardan biri de 19.yüzyılda bir çok İslamcı modernist düşünürce savunulan “orijinal” İslâma geri dönme arayışları da açıkça göze çarpmaktadır.

 

1860’lı yılların başında Şinasi Tasvir-i Efkar’da Ali Savi Muhbir’de halkı uyarmaya ve aydınlatmaya çalışıyorlardı. İçinde Namık Kemal ve Agah Efendi gibi tanınmış simaların da bulunduğu aydınların, sert eleştirileri hükümetçe yadırganmaktaydı. Hükümetin bu tür tenkitlere karşı tepkisi şiddetli olmuştur. 1867’de sadrazam Âli Paşa bir kararnameye dayanarak gazeteleri süresiz kapatma uygulaması başlattı. Avrupa’ya henüz gitmemiş olan Ziya Bey, Namık Kemal ve Ali Süavi gibi önde gelen aydınlar İstanbul dışına sürgün edilmeye başlamışlardı. Söz konusu aydınlar tam da ne yapmaları gerektiği konusunda bir karar verememiş durumdayken onlar muhalefet hareketlerini sürdürmeleri için yurt dışına davet edildiler.

Söz konusu davet Mısır Hidivinin kardeşi Mustafa Fazıl Paşa’dan gelmiştir. Mısır Valiliğine geçme hakkı elinden alınan Mustafa Fazıl Paşa bu hakkı elde etmek ya da Osmanıl sadrazamlığı gibi önemli bir mevkiye gelmek istiyordu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın torunu olan Mustafa Fâzıl Paşa’ınn yetişme, öğrenim ve memuriyet hayatı İstanbul’da geçmişti. Memuriyet hayatında hızlı birşekilde yükselmesine karşın, Mısır Valisi olan kardeşinin yerine geçecek biri olması dolayısıyla Mısır Hidivliği konusunu da yakından takip ediyordu. Kardeşi İsmail kendi yerine M. Fâzıl’ı değil de oğlunu bırakmak istiyordu. İsmail Paşa veraset usulünü değiştirmeyi sağlamak için İstanbul’a geldiğinde Fuat Paşa’nın açık muhalefeti ile karşı karşıya kaldı. Fuat Paşa bu konuda M. Fâzıl’a açıkça destek vermişti. Ancak onun, hazırladığı bir tezkerede hükümetin mali konularda yaptığı hatalara dikkat çekmesi üzerine Fuat Paşa M. Fâzıl Paşayı görevli bulunduğu Meclis-i Hazâin başkanlığından alarak bir süre sonra İstanbul’u terk etmesini istedi. Arkasından Mısır Hidivi İsmail’in arzu ettiği veraset değişikliğini onayladı. Bu aynı zamanda padişah ile Fuat Paşa’nın bu konuda anlaştığını göstermekteydi. M. Fâzıl’ın bundan sonraki amacı Mısır Hidivliği hakkını geri almak veya İstanbul’a dönerek önemli bir mevkiye gelmek olacaktır.

  1. Fâzıl Paşa, bu amacını gerçekleştirmede Yeni Osmanlıları bir araç olarak kullanma yolunu seçti. Aslında daha önce para gücünü kullanarak çeşitli Avrupa ülkelerindeki gazetelerde kendisini Türkiye’de “Genç Türkiye Partisi”nin sözcüsü olarak lanse etmeye çalışıyordu. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi aydınlar taşrada çeşitli yerlere sürgün edilmişlerdi. Ziya ve Kemal, İstanbul’da kalmak için çeşitli mazeretlere başvuruyorlardı. Bu durumdan haberdar olan M. Fâzıl bu aydınları kendisiyle çalışmaları için Paris’e davet ederek onlara basın aracılığıyla Avrupa kamuoyunu da yanlarına alarak Âli Paşaya karşı muhalefetlerini sürdürmelerine maddi destek sağlama sözü verdi. Bunun üzerine önde gelen aydınlar bir şekilde Paris’e ulaştılar. Bundan sonraki 1867-1870 yılları arasında Mustafa Fazıl Paşa Yeni Osmanlıları kendi siyasal emelleri için Osmanlı sarayı ve diğerlerine karşı bir kalkan olarak kullandı. Paris’ kaçan aydınlar Âli Paşa’nın iş başından uzaklaştırıldığı takdirde Osmanlı toplumunda her şeyin değişebileceği gibi yüzeysel bir kanaate sahiptiler.

Yeni Osmanlılar yurt dışında sürdürdükleri muhalefet hareketinde çok başarılı olamamışlardı. Bunun üzerine karşı çıktıkları devlet adamlarıyla uzlaşma sağlayarak bazıları ülkeye döndüler. 1876 Anayasasının hazırlanmasında etkileri oldu. Daha sonra sesleri fazla duyulmasa da onların Osmanlı’nın çağdaşlaşması konusundaki çabaları boşa gitmedi. Bu geleneğin içinden gelen Mizancı Murat basın yoluyla sürdürmeye çalıştığı yenileşme çabaları hoş karşılanmayınca yurt dışına kaçarak Jön Türk hareketinin başına geçmeye çalıştı. Ama bunda tam olarak başarılı olamadı. Mizancı Murat bir anlamda genç yaşta içinde bulunduğu Yeni Osmanlılar akımı ile daha sonra önderleri arasında bulunacağı Genç Türk hareketi arasında bir köprü rolü oynayacaktı.

Abdülhamit’in önce Kanun-u Esasiyi ilan edip ardından derhal anayasayı uygulama dışı bırakması ve bu anayasayla getirilen kurumları ortadan kaldırması devlet otoritesinin sınırlanmasıyla ilgili Osmanlı aydınlarının taleplerinin daha yüksek sesle ifade etmeleri sonucunu doğuracaktı. Bu görevi de Jön Türk muhalefet aydınları üstlenmişlerdir. Onlar Türkiye’nin çağdaşlaşmasında batılı fikirleri tartışmaya açmış ve yayılmasını sağlamış olmaları nedeniyle düşünce hayatımızda oldukça önemli bir yer işgal etmektedirler. Bu nedenle toplumumuz ve siyasal sistemimizde çağdaşlaşmanın doğru anlaşılabilmesi için bu aydın hareketine yer vermek gereklidir.

JÖN TÜRKLER VE ÇAĞDAŞLAŞMA

Meclis-i Mebusan’ın Abdülhamit tarafından kapatılması ve aydınların çeşitli şekillerde cezalandırılmaları padişaha karşı bir aydın muhalefetinin başlamasına neden olmuştur. Bu muhalefet hem yurt dışında hem de yurt içinde aydınlarca yürütülmüştür.

Osmanlı toplumunda 1876 sonrası batılılaşma ve anayasal sistemle ilgili tartışmalar ve çözüm önerilerinin ortaya çıkmasında söz konusu muhalefet hareketlerinin büyük bir rolü olmuştur. Parlamentonun kapatılması sonucu içeride ve dışarıdaki aydınlar açık ya da gizli şekilde muhalefetlerini sürdürmüşlerdir. Bu yapılanmalardan en önemlisi kuşkusuz Jön Türk ya da diğer deyimle Genç Türk hareketedir.

 

Genç Türk muhalefeti çeşitli illegal örgütlenmeler sonucu ortaya çıkmıştır. Daha sonra İttihat ve Terakki adını alacak olan bu hareketin kurucusu askeri tıbbiye öğrencileridir. Gizli örgütlenme 1892’de gerçekleşti ve hemen Avrupa’daki muhaliflerle irtibat kurmanın yollarını aradı. Nitekim kısa süre sonra Paris’te bulunan Ahmet Rıza Bey bu gizli örgütlenmenin yurt dışı temsilciliğini üstlenmiştir.

 

Genç Türk hareketi Abdülhamit’in baskısından kaçan çok sayıda aydının Mısır, Cenevre, Paris, Londra gibi merkezlerde özellikle basın yoluyla Abdülhamit’in padişahlığını gayrı meşru ve aldığı kararları “Şeriate” aykırı olarak niteliyorlardı Bunun yanında konumuz açısından önemli bir noktaya temas etmek gerekmektedir. Genç Türkler düşünce açıklamalarında, yazılarında sistemle ilgili ciddi reform talepleriyle ortaya çıkmışlardır. Kanun-u Esasinin yeniden uygulamaya konulması, Meclis-i Mebusan’ın açılması, hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması, yurttaşların devlet işlerine katılımının hukuksal düzenlemelerle sağlanması talep edilmekteydi. Böylece batılılaşma Yeni Osmanlıların yaptıkları gibi yeniden siyasal bir sorun olarak ele alınmaktaydı. Avrupa başkentleri ve Mısır’da çıkardıkları yayın organlarıyla bu talepler ortaya konulmakta , iç ve dış kamuoyu desteği alınmaya çalışılmaktaydı.

 

Genç Türklerin ortaya koydukları siyasal sisteme ilişkin talepler aydınların çağdaşlaşma konusunda vardıkları noktayı göstermesi bakımından konu açısından büyük öneme sahiptir. Osmanlı aydınları artık kişi özgürlükleri, devlet yönetimine katılım gibi Avrupa’daki bir yönetimde bulunması gerekli vazgeçilmez koşullara sahip çıkıyorlardı.

 

  1. yüzyıl Osmanlı aydını batılılaşma konusundaki bilgi eksiğini daha çok Fransız toplumunu gözlemleyerek ve bu alanda fikir adamlarının öğretilerini yorumlayarak pusulanın yönünü tayin etmeye çalışmışlardır. Paris’i üs edinen Genç Türk aydınları Avrupa’nın bu hemen hemen her sorunun tartışıldığı, çözümler üretildiği başkentinde kendileri açısından siyasal ve sosyal sorunların çözümünde yararlanabilecekleri ileri bir model ile karşı karşıya idiler. “Şu halde, onlar için, yaratmaktan ziyade taklit ve iktibas bahis mevzuu olmuştur.” Bu nedenle Genç Türkler ve onların oluşturdukları fikir odakları modern anlayışı Osmanlı toplumuna taşımada bir köprü, “alıcı”, “taşıyıcı” rolü üstlenmişlerdir. Ne var ki 19. Yüzyıl Fransız toplumunda artık 1789 Devrimi sonrası ortaya çıkan yeni sorunların çözümü ya da bu devrim ilkelerinin yeni yorumlara tabi tutmak gündemdeydi. Osmanlı aydını ise bu tartışmalar ve arayışlarda sağlıklı bir değerlendirme yapabilecek düşünsel ve kültürel birikimin çok uzağındaydı. Bir başka deyişle Yeni Osmanlılar gibi Jön Türkler de Batıdakine denk yeni fikir akımları yaratabilmekten çok uzaktaydılar. Bu durumun belki de bir sonucu olarak Osmanlı aydınları içinde modern düşüncenin Türkiye’ye taşıyıcıları olan Ahmet Rıza Bey, Prens Sabahaddin Bey gibi aydınlar kendilerini, Fransa’da düşünce hayatında ortaya atılan öneri ve projeleri iki toplum arasındaki gözle görülür ayrılıkları göz ardı ederek Osmanlı toplumunda da gerçekleştirebilecekleri kanısına kaptırmışlardı. Oysa farklı toplumsal koşulların görmezlikten gelinerek aynı teorileri başka bir topluma uygulama ve aynı sonuca ulaşılacağını düşünmek en azından gerçekçilik noktasında şüpheli sayılmak gerekir.

 

Genç Türkler gerçi Fransa örneğini Osmanlı toplumunu adeta bir “laboratuvar” gibi görmekte ve edindiği pozitivist görüşlerini bu toplumda hayata geçirmeye çalışmaktaydı. Halbuki Osmanlı Toplumu Fransız toplumunun aksine ne 1789 ne de 1830 devrimlerinin sağladıkları deneyime sahiptiler. Buna rağmen Jön Türkler Fransız tarihi ve toplumu ile Osmanlı siyasal ve toplumsal sistemi arasında özdeşlikler kurmakta ve analojilerde bulunmaktaydılar. Bunların bazıları düşünsel alandaki ilkeler konusundaydı. Fransız devriminin 1848’lerde somutlaştırdığı “özgürlük- eşitlik- kardeşlik” formülüne karşılık olmak üzere Osmanlı aydını “hürriyet- müsavat- uhuvvet”i koymuştu. Fransız düşünce adamlarınca mutlak monark olarak nitelenen 16. Louis veya 10. Charles’ın yerine II. Abdülhamit konmuştu. Fransa’da krallığın devrilerek yerine cumhuriyetin kurulması yerine meşrutiyetin kurulması İttihat ve Terakki’nin amaçları olarak belirmişti. Osmanlı toplumu ile Fransız toplumu arasında bu derece özdeşlikler kurulmasında Ahmet Rıza ve Prens Sabahaddin’in etkisi inkar edilemezdir. Sözü edilen düşünce adamlarının pozitivizmin etkisinde fikirler ürettikleri bilinmektedir. Bundan hareketle Comt’çu pozitivizmi bilm alanına olduğu gibi tarih alanına da uygulamaya yöneldiler. Halbu ki Comt’un pozitivizmi gelecek tarihe değil geçmişteki tarihsel olaylara uygulaması söz konusuydu. Sözü edilen iki Osmanlı aydını bu düşünce kalıbını tarihte geleceğe uygulamak gibi bir yöntem izlediler. Bunu yaparak Osmanlı toplumunun geleceğini öngörmeyi amaçladılar. Böylece devrim öncesi en az iki yüzyılda oluşan Fransız kültürü Osmanlı toplumuna uyarlanırken bu çabalar II. Abdülhamit dönemine karşılık gelen tarihsel kesite sığdırılmaya çalışılmıştır.

 

Osmanlı aydını genellikle hangi batılı düşünürü tanımış ve etkisinde kalmışsa kendi toplumu için zaman zaman batıdaki anlaşıldığıyla çelişkiler içine düşen tavırlar içine düşebilmekteydiler. Tabii ki bunun nedeni Osmanlı aydınının Batıyı tanırken ona oranla yüzeysel kalmasıydı. Bununla beraber Prens Sabahaddin’n Le Play ve Demolins’in fikirleri etkisinde kaldığını ve Durkheim sosyolojisi karşısında bireyci sosyolojinin Türkiye’deki kurucusu olduğu bilinmektedir. Burada bir çelişkiye işaret etmek gerekir. Aslında Le Play’ liberalizme de karşıdır. Oysa Prens Sabahaddin Türkiye’de liberalizmin öncüsü olarak bilinmektedir.

 

Prens Sabahaddin, Osmanlı toplumunu iki kısma ayırmaktadır. Bunlar köylü tabakası ve aydınlardır. Ona göre köylüler istibdada karşı aydınlarla işbirliğine girmelidirler. Aydınlar da toplumun ilerlemesinde öncülük görevini gerektiğince yerine getirmelidirler. Bu bağlamda aydınlar memuriyete yönelmek yerine ekonomide de grişimciliğe önderlik yapmalıdırlar. Aydın- köylü işbirliği halkın yönetime katılması sonucunu doğuracağından ve özel girişimin gelişmesiyle de toplum ekonomik açıdan kalkınacağından Avrupa’nın Osmanlı toplumuna bakışı değişecektir. Böylece hem ekonomik kalkınma gerçekleşmiş olacak hem de Avrupa Osmanlı toplumunu kendine yakın göreceğinden şark meselesi de kendiliğinden çözülmüş olacaktır.

 

Prens Sabahaddin çok yönlü biridir. Onun düşüncesinde politika da çok önemli bir yer tutmuştur. Hatta savunduğu ya da yaymaya çalıştığı liberal görüşlere aykırı girişimleri, tutumları olmuştur. Hanioğlu’’un belirttiğine bakılırsa Sabahaddin, Abdülhamit’in iş başından uzaklaştırılması için dönemin Papalık makamlarından yardım isteyecek ve onlarla bu amaçla temas kuracak kadar ihtiraslıydı. Bir bakıma siyasal geleneğimize yerleşmiş bulunan darbe geleneğinin açık izlerini böylece Prens Sabahaddinde de görmekteyiz.

 

Ahmet Rıza’nın önerdiği felsefe, toplum ve siyasal sistemle ilgili görüşler Batı Avrupa’dan aktarma yoluyla Osmanlı toplumunun “merkeziyetçi, otoriter, deneyci, metafiziğe karşı” olarak nitelenebilecek temel ilkelerin eğitim ve günlük yaşamda yer almasını sağlamaya önemli oranda etkide bulunmuştur. Buna karşılık Prens Sabahaddin’in etkisinde olduğu anglo-sakson düşüncesinden ilham alarak savunduğu deneycilik, liberalizm ve ademi merkeziyet gibi fikirler de Osmanlı düşünce yaşamına onun etkisiyle yerleşmiştir. Hem bilimle ilgili hem de siyasal sistemle ilgili yeni fikirlerin taşıyıcısı olan Osmanlı aydını zaman zaman devlet adamlığı ile bilim adamlığı arasında bocalamış, zaman zaman çelişkilere düşmüştür.

 

Ahmet Rıza Avrupa’da bulunduğu sırada pozitivist düşünceye mensup çevrelerle çok sıkı ilişkilere girmiştir. Comt’un takipçilerinden M. Pierre Lafitte ile yakın ilişki içindeydi Comt’un tasarladığı Avrupa Birleşik Devletleri Komitesi’nin Türkiye temsilcisiydi. Bu unvan ona hem Fransa’da etkin bir destek sağlamakta hem de Abdülhamit’e karşı yürüttüğü muhalefet mücadelesinde güç vermekteydi. Çıkarmakta olduğu Meşveret Gazetesi Osmanlı toplumunda pozitivist fikirleri yayma amacı gütmekteydi.

 

Diğer Genç Türklere göre daha radikal bir düşünce yapısına sahip olan Abdullah Cevdet ve Prens Sabahaddin, Osmanlı toplumunda köklü değişimden yanaydılar. Her iki aydın da Osmanlı’da Batı tarzı bir eğitimin zaruretine inanıyorlardı. Gelenekselin dışında yeni bir insan tipi yaratmanın zorunluluğuna inanmaktaydılar. Ancak bu takdirde modernleşme süreci başarı şansı yakalayabilirdi. Ancak bu yapılırsa topluda egemen olan geleneksel yapılar ciddi bir değişime uğrayabilir, batılılaşma doğru yorumlanabilirdi.

 

Genç Türkler gerçi çeşitli bilimlerle ilgilenmişlerdir. Fakat onlar için siyasal amaçlar ve kaygılar daima önde gelmiştir. Aralarındaki ortak nokta çoğu zaman siyasal kaygılar sayesinde oluşmaktaydı. Örneğin Ahmet Rıza bir pozitivist, Abdullah Cevdet biyolojik materyalist, Hoca Kadri ulema, Derviş Hima Arnavut milliyetçisi ve ayrılıkçısı, Malümyan Efendi Ermeni komitacısı, Yusuf Akçura Türk milliyetçiliğinin önde gelen simalarındandı. Bunların ortak noktası ise Abdülhamit’e karşı duyulan nefretti. Yani siyasal siteme ilişkin görüşlerden çok şahıslarla ilgili çekişmeler onlara ortak bir zemin sağlamaktaydı.

 

Genç Türklerin taleplerinin ana hedefi sitemin kendisi değil Abdülhamit’in şahsıydı. Bu nedenle dışarıdaki bu muhalefet hareketi izleyeceği yöntemi belirlemek için Paris’te biri 1902 diğer 1907’de olmak üzere iki kez kongre düzenlemişlerdir. Birinci kongrede başını Ahmet Rıza Bey ve Prens Sabahaddin’in çektiği iki ayrı hizip oluşmuştur. Birinciyi destekleyenler Abdülhamit’in iş başından uzaklaştırılmasında basın yoluyla dış kamuoyu ve içerideki halkın desteğini alarak bir sonuca ulaşılabileceğini savunuyordu. Prens Sabahaddin grubu ise ordu ile işbirliği yapmak suretiyle Abdühlahit’in işbaşından uzaklaştırılmasından yanaydı. Ahmet Rıza ile Prens arasında başka ayrılan noktalar da vardı. Birincisi idari sistem olarak merkezi yönetimi çıkar yol görüyordu. Prens Sabahaddin ise ademi merkeziyet fikrinin heyecanlı bir savunucusuydu. Ancak bu iki grubu gelişmeler ikinci Jön Türk kongresinde aynı yöntemi benimsemeleriyle sonuçlanacaktır. 1907’deki kongrede Abdülhamit’i devirmek için ordu ile işbirliğine gidilmesi kararlaştırıldı. Kongre öncesi 27 Eylül 1907’de Jön Türk hareketi ile İttihak ve Terakki Derneği birleşme kararı almıştı. Bu birleşmenin dış merkezi Paris, iç merkezi Selanik’ti. Sözü edilen birleşmede Talât Beyin Parise kaçması sonucu Ahmet Rıza ile görüşmelerde bulunmasının önemi büyüktür. Böylece 29 Aralık 1907’de Pariste düzenlenen II. Jön Türk Kongresinde ordu ile iş birliğinin temelleri atılmış olmaktaydı. Sonuçta 1908’de II. Meşrutiyeti yeniden ilana neden olacak gelişmeler yaşandı. Bundan sonra parlamenter hükümet biçimi siyasal yaşamımıza girmiştir. II. Meşrutiyet Dönemi laiklik, kadın hakları, kadın eğitimi ve Cumhuriyet Döneminde girişilecek olan radikal devrimlere hazırlık açısından bir basamak oluşturacaktır.

 

Osmanlı toplumunda II. Meşrutiyet öncesi ve sonrasında Genç Türklerden Abdullah Cevdet ortaya koyduğu fikirlerle Cumhuriyet döneminde siyasal ve kültürel batılılaşma tercihleriyle örtük görüşlerin savunucusu ve yayıcısı olmuştur. Yaşadığı döneme aykırı düşmeyi göze alabilen bu aydın, aynı zamanda İbrahim Temo ile birlikte İttihat ve Terakki’nin kurucularından biri olması nedeniyle görüşleri daha da kıymet kazanmaktadır. Abdullah Cevdet’in çıkarmakta olduğu İçtihad Gazetesinde Atatürk tarafından gerçekleştirilen laiklikle ilgili konulara geniş yer verildiği görülür. Esasen “laikleşme politikası”nın Abdullah Cevdet tarafından Osmanlı Gazetesinde imzasız makaleler yayınlandığı bilinmektedir. Kadın haklarının önemi, “saltanat kurumuna” karşı ciddi “kuşkular”ın ifade edilmesi, Batının Batı klasikleri doğru yorumlandığı takdirde gerçek anlamda çağdaşlaşmanın mümkün olabileceği gibi fikirler söz konusu gazetede sürekli işlenen konular arasındaydı. Yine Abdullah Cevdet çağdaşlarından çok daha açık bir şekilde “batılılaşmanın gereklerinin fikir ve görüşleri temelinden değiştirmek olduğu”nu ortaya koymaya çalışmıştır. Aynı zamanda materyalist görüşleri de Osmanlı toplumuna tanıtması bakımından Abdullah Cevdet döneminin aydınları arasında farklı bir konuma sahiptir.

 

ÇAĞDAŞLAŞMA YA DA MODERNLEŞMEYE TEPKİLER

 

Köklü bir siyasal ve kurumsal geleneğe sahip Osmanlı toplumunda toplumsal yapıda gerçekleştirilmeye çalışılan köklü reformların kültürel ve siyasal alanda ciddi direnmelerle karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Bu noktanın iyi anlaşılmasına katkı amacıyla henüz 18.yüzyıl biterken bir Osmanlı devlet adamının Fransız Devrimiyle ilgili değerlendirmesi Osmanlı toplumunda çağdaşlaşmaya bakışın bir başka ilginç cephesini ortaya koymaktadır. Reisü’l-küttab Atıf Efendi 1798 Eylülünde kaleme aldığı bir muhtırada şöyle demekteydi: “Volter ve Russo demekle maruf ve meşhur olan zındıkların ve anların misilu dehrîlerin … tab’ı neşrettikleri telifat-ı müteaddilerine … sıbyan ve nisvana varınca ekser-i nas meyl ü rağbet ve mütalâlarına müdavemet etdikçe… itikadlarını ifsadetmekle … güruh-i mekruh tarafından lâyenkat’ı avam-ı nasa ilân olunduğu üzere güya saadet-i kâmile-i dünyeviyeyi ihraz etmek emniyesiyle müsavat ve serbestiyete can atdılar”. Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Fransız Devrimine bakış açısı son derece olumsuzdur. Nitekim bu bakış açısı modernleşme eğlimlerinin hep karşısında yer alacaktır. Siyasal tarihimiz bunun örnekleri bakımından zengindir.

 

Osmanlı aydınları genel olarak Batılılaşmanın önemine inanıyorlardı. Fakat bunun dozu ve yöntemi konusunda ayrılıyorlardı. Gelenek ve İslam kültürünün devamından yana olanlar Batıllaşmanın sadece bilim ve teknoloji ile sınırlı tutulması görüşünü taşıyorlardı. Batılılaşma konusunda Osmanlı aydınları izlenecek yöntem ve modernleştirilecek alanın niteliği konusunda görüş ayrılığı içindeydiler. Her alanda batılılaşma taraftarları karşısında geleneksel toplum yapısını ve geleneksel kültürü korumak isteyenleri bulmaktaydı. Örneğin bu konuda Tanzimatla birlikte izlenmeye başlanan batılılaşma hareketi Cevdet Paşa tarafından ciddi anlamda eleştiriye tabi tutulmuştur. Cevdet Paşa “Frengistanda münteşir olan fünun ve sanayiin neşir ve tervicine himmet olunmak lazım gelir iken” bunun yerine izlenen yanlış yöntem ler nedeniyle sonuçta halkla yüksek tabaka yani aydın ve bürokratların arasını açmaktan başka bir işe yaramadığı kanısındadır. Paşa’ya göre halk batılılaşma görüntüsü içinde yapılan gereksiz israf ve harcamalardan dolayı her türlü yenilik çabasından “ürkmeğe ve hatta yeni tarzda yapılan binaları bile kerih görmeğe” başlamıştır. A. Cevdet Paşa, izlenen modernleşme politikasını şiddetle eleştirirken batılılaşmadan beklenen devletin kurtarılmasının da elde edilememesi karşısında derin bir elem duymaktadır: “Ahval-i Avrupa’ya kesb-i malumat birle bazı umur-u nafiada, yani umur-u mülkiye ve maliye ve askeriyede onların bais-i necat ve kuvvetleri olmuş olan nizamattan şeriatı İslamiyeye ve usul-u Devlet-i Aliyye’ye uygun olanların alınması devleti kurtarabilirdi demektedir. Bunun yanında Ahmet Cevdet Paşa Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra Kunun-u Esasi’nin ilanına gerek bulunmadığını da savunmuştur.

 

Osmanlı toplumunda modernleşmenin hız kazanmasıyla birlikte aydınlar ve halk nezdinde ikili bir ayrılık ortaya çıkmıştı. Bunlardan ilk aydınların önemli bir kesimini kapsayan batılılaşma taraftarlarının oluşturduğu kesimdi. Bunun karşısında ise toplumun oldukça geniş bir kesimi yer almaktaydı. Bu bağlamda olmak üzere İlmiye sınıfını teşkil edenlerden Bab-ı Meşihat’ta bulunanlar, mehakim-i şeriyye azası kuzat, nüvvab, müezzinler, tarikatlar, bazı yazarlar, alaylı olan zabitanlar, alaylı memurlar, eğitimsiz kadınlar, kasaba ahalisi ve köylüler Tanzimatla beraber gelen batılılaşmaya tepki duyan toplum kesimleri olarak ortaya çıkmaktaydı. Burada ifade edilen modernleşmeye cephe alan kesimlerin Osmanlı toplumunda girişilen reformlardan beklediğini bulamayan ya da dini kesim ve geleneksel kültürün temsilcileri olduğu dikkat çekmektedir. Diğer yandan aydınlar kesimince bile o dönemde Batı kültürü ve siyasal kurumlarının yeterince derinlemesine anlaşılamadığı dikkate alındığında gelenekselin yeniye, çağdaşa karşı direnmesi kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Osmanlı yönetici aydınları Tanzimat’la beraber azınlıklara tanıdıkları yeni haklar ile gerçekte güttükleri başlıca amaç devletin bütünlüğünü korumaktı. Bu bakımdan Tanzimat döneminin egemen ideolojisi içerde “Osmanlıcılık”tır. Tanzimat uygulayıcıları din, etnisite gibi birleştirici unsurların devletin devamını sağlamakta yetersiz hatta parçalayıcı etkilerini gözlemlediklerinden, devlete vatandaşlık bağıyla romantik bir bağlılık duyacak psikolojik bir bağlanma aracı olarak Osmanlılık düşüncesini uygulamaya koymuşlardır. Fakat bu oluşturulmaya çalışılan manevi bağlılık düşüncesinin felsefi zemini son derece zayıftır. Osmanlıcılık laiklik anlamı taşımamaktadır. Çünkü Osmanlı Devletinin resmi dini İslamiyet’ti. Ayrıca devlet başkanı aynı zamanda halife ünvanına sahipti. Aslında Osmanlıcılık “yeni bir ümmet teorisi”ne çok benzemekteydi. Hem Tanzimat’ın azınlıklara tanıdığı haklar hem de Osmanlıcılık ve modernleşmenin beklentileri karşılayamaması daha baştan beri modernleşmeye karşı olan kültürel ve dini açıdan kendi kendini koruma refleksi zamanla bir ideolojiye dönüştü. Bu ideoloji İslamcılık olarak adlandırıldı. İslamcılık düşüncesini savunanlar da aslında düşünce kalıpları açısından Batının derin izlerini taşımaktaydılar. Örneğin batılılaşma yanlısı aydınların benimsedikleri bilimin öncülüğü ve ilerleme düşüncesi İslamcılar arasında da ana konulardan biridir. Bir reaksiyon özelliği taşıması bakımından İslamiyet’in ilerlemeye engel olmadığını ve İslamiyet’in bilime aykırı olmadığını ispatlama çabasına girişilmesi hep modern düşüncenin derin tesirlerine birer örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine de İslamcılık akımını temsil eden aydınları batılılaşma karşısında bir direnç olarak görmekten çok batılılaşmaya daha temkinli yaklaşan, batılılaşmanın yönteminde ve dozunda daha farklı bir çizgi olarak yorumlamak gerekir.

 

SONUÇ

 

Tanzimat reformcuları daha önce sistemin düzeltilmesi için bir dizi önlemler öneren Koçi Bey kadar rahat koşullara sahip değillerdi. “Onlar herkesin son demlerini yaşadığına inandığı devleti, mümkün olan her çareye başvurarak kurtarmaya çalışıyorlardı. Gülhane Hattı bu çerçevede bir cemile, pratik bir kurtuluş hamlesidir. Kimsenin eski düzenin ihyası gibi, hayal aleminde dolaşacak vakti yoktu.”.

 

Modernliği henüz yaşamamış bir toplumda modern düşünce hakkında bildikleri aldığı öğrenimle yada okuduğu kaynaklarla sınırlı olan Osmanlı aydınının modernleşme arayışlarında çelişkilere düşmesi normaldi. Osmanlı aydınının asıl kafa yorduğu nokta devletin kurtarılmasıydı. Osmanlı aydını bu sorunun cevabını bulmaya yönelmişti. Çünkü Osmanlı Devletinin yok olduğunu çok çıplak bir biçimde gözlemekteydiler. Böylesine ciddi bir soruna çözüm bulma arayışları siyasal ideolojileri, siyasal düşünceleri gerektiğince inceleyerek bunlar arasında bilinçli bir seçim yapma imkanına ve zamanına sahip olmaktan alıkoymuştur.

 

Modernleşmenin siyasal sistem üzerindeki etkilerini incelemek, bir toplumda yer alan “çeşitli unsurların” karşılıklı ilişki içinde değişiminin de incelenmesi gereğini ortaya koyar. Modernleşme ister ekonomi alanında sanayileşme şeklinde veya askeri alanda yeni örgütlenme biçimleri getirse de bu değişim siyasal sisteme de yansıyacaktır. Bu nedenle toplumun her hangi bir alanında meydana gelecek değişim kaçınılmaz olarak toplumsal sistemde de önemli değişiklikleri beraberinde getirecektir. Bu açıdan Osmanlı toplumuna bakıldığında sanayileşme ile modernleşmenin Avrupa’dan farklı olarak birlikte gerçekleşmediği görülecektir. Modernleşme daha çok sistemin kötüye gidişini durdurmak için devlet yöneticilerinin topluma kültürel açıdan bakış açılarını değiştirmelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yani devletin örgütlenmesi ya da hukuk anlayışında Batı uygarlığı lehine çeşitli yeniliklere girişilmesi daha çok ideolojik bir tercih olarak ortaya çıkmıştır. Böyle olması şaşırtıcı değildi. Çünkü Osmanlı toplumunda 19. Yy.da sanayileşmeyi sağlayabilecek toplumsal alt yapı hemen hemen yoktu. Batının aksine sosyal alanda olduğu gibi ekonomi alanında da rekabete değil durağanlığa dayanan bir toplumsal anlayış ve yapı egemendi.

 

Osmanlı Devletinde Tanzimat’la hız kazanan modernleşme çabaları, genel olarak “merkezin” batılılaşması manasını taşıyordu. Bu durum “gelenekselliğin, fonksiyonları zayıflamış olsa dahi güçlü kurum ve teamüllere sahip olduğu bir toplulukta bir fantezi değil, merkezin güçlenmesine elverişli araçların batıdan iktibas edilmesi ile bürokratik becerinin arttırılması anlamına geliyordu.” Gerçekte böyle bir yol izlenmiş olması siyasal kültürümüzde yer alan devletin bekası düşüncesinin de bir tezahürüydü. Hatta II: Abdülhamit ile aydınlar arasındaki meşrutiyet ve hükümet konusundaki tartışmaların odak noktası bile “devletin güçlendirilme tarzları” etrafında cereyan etmekteydi.

 

Tanzimat Döneminde yayınlanan fermanlar modernleşme tercihinin devlet düzeyinde açıkça tescili anlamına gelmekteydi. Daha önceden toplumsal alt yapı ve kültürel birikim bağlamında bir hazırlığın bulunmaması nedeniyle Osmanlı toplumu öncelikle modernleşmeyi öğrenmek konumundaydı. Bu aslında dönemin Osmanlı aydınının görmezden gelemeyeceği bir gerçekti. Böyle olunca Osmanlı aydını aslında kendi birikiminin de zayıf olması nedeniyle işe öğretmen olarak başlamak zorundaydı. Çünkü modernleşme projesinde rol alan Tanzimat’ın ilk kuşak aydınları Avrupa’yı ya kısa sürelerle görmüş ya da Avrupa uygarlığını yabancıların anlattıkları kadar tanımaktaydılar. Tabii ki bu durum zamanla değişecektir. Tanzimat’ın ikinci kuşak ve onu takip eden aydınlar ise öğrenim için Avrupa’ya gönderilmiş, ya da Jön Türklerde olduğu gibi Osmanlı Ülkesinden kaçmak zorunda kalanlardı.Onlar Avrupa’yı biraz daha yakından tanımak fırsatını bulacaklardır. Fakat onlar açısından da Avrupa öncelikle öğrenilmesi gerekli bir uygarlıktı. Çünkü kent yaşamı ve kentlerdeki alt yapının Osmanlı toplumuna göre çok ileride olması bir anlamda kültürel açıdan tam bir şaşkınlığa yol açabilecek kadar farklıydı. Bu koşullar altında Avrupa’ya giden aydınlar Avrupa’nın bilime ve teknolojiye olan güveninin bir yansıması olarak pozitivist düşünce(b.a.) akımlarına maruz kalmakta ve bunu benimseyerek ülkeye dönmekteydiler.

Yeni Osmanlıların merkezi otoriteyi sınırlama uğraşları da Türk toplumuna özgü bir eksende gelişmiştir. Yönetimin sınırlanması talepleri tabandan sınıf destekli bir akım değildi. Bu nedenle anayasalı yönetime geçiş sorunu halktan çok aydınlar ve bürokratlar, subaylar arasında tartışılan bir konuydu. Bu anlamda halktan kopuk bir iktidarı sınırlama arayışı söz konusuydu. Tabandan kopukluk ister istemez ortada bir aydın hareketinden söz etmeyi zorunlu kılmaktadır. Ayrıca tabanın ekonomik bakımdan güçlü, özgürlük talebiyle ortaya çıkacak bir burjuvazi kesiminden mahrum olduğunu da unutmamak gerekir.

Yeni Osmanlılarca savunulan padişahın yetkilerinin kısıtlanması, anayasalı parlamenter bir sisteme geçilmesi fikri önemli itirazlarla karşılaşmıştır. Örneğin Tunuslu Hayreddin Paşa padişahın yetkilerinin kısılmasının devletin etnik yapı özellikleri nedeniyle parçalanmaya sürükleneceğini öne sürmüştür. Yine bir meclis oluşturulması da gayrı müslimleri devletin birliğini korumak yerine kendi ulusal davalarını önemsemelerine bir araç olmaktan kurtulamayacaktır. Burada aktarılan görüşten de Osmanlı aydınının kendi dönemindeki devletin dağılması korkusunun özgürlüklerden daha geniş bir yer tuttuğunu göstermektedir. Öte yandan Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletini “rahat bırakmamaları” da girişilen modernleşme çabalarının başarısızlığında önemli bir payı olduğu yadsınamaz.

 

Ahmet Rıza’nın Comte’çu pozitivizmi ve Prens Sabahaddin’in Le Play’ci felsefi anlayışlarının nasıl olup da bütün Genç Türk hareketi boyunca ve özellikle II. Meşrutiyet döneminde bir “merkeziyet”, “adem-i merkeziyet” çekişmesine dönüştüğünü bu filozofların kendi düşünce sistemlerinden hareketle açıklığa kavuşturmak zor gözükmektedir. Tunaya’nın deyimiyle aslında çekişme içinde olanlar “ne Le Play, ne Comte ne de Durkheim”di. Genç Türk hareketi içinde kutuplaşmanın gerçek nedeni kişisel ihtiraslardı.

Batı kültürünün yeterince incelenmeden ve eleştiriye tabi tutulmadan, sorgulanmadan benimsenen yöntem ve düşünceleri, kendi toplumlarında doğru ve isabetli olsalar bile eleştirel incelemeden geçirilmeden aktarıldıkları toplumda “dogmatik” eğilimlere neden alabilmektedirler. Nitekim taklide dayalı batılılaşma Osmanlı aydınında genel bir zihniyet değişimini sağlamıştır. Ancak bu değişim onları içinde yaşadıkları toplumun realiteleriyle karşı karşıya getirmiştir. Bu nedenle varılan nokta seçkinci bir aydın anlayışı ve sosyal ve kültürel bakımdan bir ütopya ile karşı karşıya kalındığı gerekçesiyle Türk modernleşmesi eleştirilmiştir. Böyle bir yoruma günümüzden geriye bakıldığında tamamen katılmak mümkün değildir. Osmanlı aydın ve devlet adamları Avrupa karşısında teknoloji ve siyasal sistemler alanında geri kalmanın ezikliğiyle bu olumsuz durumu gidermeye gayret etmişlerdir. Batılılaşmayı eleştirirken iki yüzyıl önceki toplumun durağan yapısını, yeni fikirlere kapalılık özelliklerini, medreselerin artık ülke ve toplumun karşı karşıya bulunduğu sorunları çözmekte yetersiz kaldığı gerçeklerini göz ardı etmemek gerekir. Osmanlı sosyal ve siyasal kurumları artık işlemez hale geldiğinden dolayı aydınlarımız çağdaşlaşmayı bir çıkar yol olarak görmek durumunda kaldılar. Osmanlı aydınının zaman zaman geleneksel yapı ile karşı karşıya gelmesi Tanzimat ve öncesinde başlayan bir sürecin devamı olarak okunmalıdır. Geleneksel yapı ile karşı karşıya gelme ütopiklik değil değişime karşı geleneksel kurumların direnmesiyle açıklanabilir. Böyle bir şey de her toplumda görülebilir. Kaldı ki günümüzde bile batı karşıtı akımlar dahi hep Avrupa ile aynı düzeye nasıl gelinebileceği noktasında yoğunlaşmaktadır.

  1. Meşrutiyet öncesi ve sonrası cereyan eden entelektüel düzeyli tartışmalar Cumhuriyet kurulduktan sonra eski deneyimler ve birikimler bağlamında yol gösterici olmuştur. Bir toplumun geçirdiği dönüşümü tarihten, siyasal gelişmelerden ve sosyal yapıdan soyut olarak ele almak mümkün değildir. I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında din unsurunun da devleti bir arada tutmaya yetmediğinin somut bir şekilde ortaya çıkması, toplumumuz açısından hem çağdaşlaşma hem de kurulacak olan Cumhuriyet’in yapısını oluşturmada etkili olacaktır. Tanzimat ile hızlanan sosyal ve siyasal alandaki temkinli modernleşme yöntemi istenen sonucu verememiştir. Bu deneyim modernleşme konusunda daha radikal yöntemler izlenmesine zemin hazırlamıştır. Bu nedenle her alanda daha kararlı bir şekilde değişimi hedefleyen adımlar Cumhuriyet’in kurucu kadrolarınca atılmıştır. Halen dünyada modernleşmeye karşı ciddi bir alternatif toplumsal ve siyasal sistem oluşturulamadığına göre yapılan tercih doğruluğunu her geçen zamanda teyit ettirmektedir. En azından batı karşıtı siyasal sistemlerin bile Batı uygarlığının bulunduğu noktaya ulaşmayı bir hedef olarak belirlemesi ve Batı kültürel değerlerinin giderek Doğu tarafından bile daha evrensel nitelikte görülmeye başlanması bu tercihin doğruluğunu gösteren ölçütlerden sadece biridir.

Sonuç olarak Cumhuriyet döneminde hem siyasal hem de kültürel alanda gerçekleştirilen ve hala da gerçekleştirilmeye çalışılan çağdaşlaşmayı doğru anlamak için Tanzimat sürecinin iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Şüphesiz Cumhuriyet döneminde çağdaşlaşmada gelinen noktada Osmanlı dönemi aydınlarının ve bıraktıkları deneyimlerin önemi yadsınamaz. En azından Cumhuriyetin kurucularının aynı zamanda Osmanlı devlet adamları ve aydınları olduklarını görmezlikten gelinebilecek bir nokta değildir.